Geceyarısı blog kuşağı servisinde 2 yazı birden serisinde şimdi sıra Çıplak Kral'da. Hepimiz biliriz değil mi bu hikayeyi, bilmeyen arkadaşlarımızın zaten bu yazıyı okuma şansları olduğunu sanmıyorum zira "Ali" "Topu" etiketlerinin sonundaki o "Tut" etiketini hiç öğrenememişler yazık. Itır'ın her gece pekmezli sıcak süt içtiği bile bilmiyorlardır. Hikayemizin en iyi yardımcı oyuncusu olan o çocuk, Kral'ın çıplaklığını tüm halka haykırıyordu. Ana fikir ise doğrudan Kral'a ve üçkağıtçı adamlara dönüyordu. Ya Kral olucaksın, yada Kralcı fikrini benimsetiyordu. Sakat hikayeydi. Konu orada bitiyor başka öğüt verici hikayeler ile devam ediliyordu. Ama kimse o çocuğa ne olduğunu merak etmiyordu. Hani tamam Kral çıplaktı halkın karşısına çırılçıplak (saflık ve natürelliği değil de angutluğu temsil ediyordu alt metin okuyamayan arkadaşlar için tercüme ettim.) çıktıktan sonra olanları hiç mi merak etmedik ?
Ya o Kral'ın pipisi küçüktüyse ? Düşünsene adamın yaşadığı utancı, ya gidip sarayın (Sinop) burnundan kendini (Kara) denize atıcaktı, yada tüm halkı kılıçtan geçirecekti. Veyahut Merlin'i çağırıp herkesin hafızasını sildirecekti. Alternatif son için Heroes dizisindeki Haititili yer alıyor. DVD'de mevcut.
Ya o Kral'ın pipisi büyüktüyse ? Tüm heybetiyle halkı selamlayan o kamaşullahın özgüveni ile hep çırılçıplak dolaşmaz mıydı ? ilk savaşta oku çıplak vücuduna yiyip, Breaveheart'a göz kırpmaz mıydı bu senaryo.
Hiç düşünmedik, neden önümüze konan pilavı yiyorduk. Ama sarayın papazı o pilavı her gün yemezdi bunu da hiç düşünmedik. Ah benim aptal kafam, ah.

Başlık ağır bir küfürmüş gibi dursa da bu şanslı bir nesili temsil ediyor. Evet, Trt'nin tek kanal olduğu yıllar. Değinmek isteyeceğim nokta yine alakasız bir yer olucak elbette.
TELETEXT.
Türkiye'de bu servisi ilk TRT vermişti. Kol saatlerimi onun saatine göre ayarlar, haberleri oradan takip ederdik saat başını beklemeksizin. Maçların skorlarına bakar, bir nevi radyo heyecanı yaşardık. İlerliyen zamanlarda altyazı desteği bile sunar olmuştu teletext bize. Tabi ülkemizin içinde bulunduğu vahim azgınlık durumunu fırsat bilen uyanık girişimciler ise o karelerden meme göt oluşturup, ara ulan beni aramazsan valla vermem hatları ile ağır tahrik ederlerdi insanlarımızı. Heh şimdi hatırladım, bilmece zımbırtısı da vardı bunun. Ulan ne çok vakit geçirirdim be o teletext'te. Hazırlanmamış sayfaların çekmemesi, girilen sayfanın açılmaması gibi boktan durumlarda yok değildi tabi. İnternet geldi değişti bu Türkiye'nin düzeni. 666. kanalı açma yoksa şeytan gelir derdik mahalledeki ufak keratalara. Haydi uzanın kumandalarınıza ve açın teletext'i zira yakında bu teknolojiye yer kalmayacak bu yırtıcı hayatta.

Popülerleşmenin getirdiği ayrışmalardan bahsetmek istiyorum, ben henüz genç iken yeni tanıştığın ve hoşlandığın kişinin evini adresini sorardın çünkü aynı mahallenin çocuğuyduk aynı parkta oynayıp kaynaşıyorduk. Azcık büyüyünce yüzme öğrenince kuzenlerin site'deki evine gider havuzda tanıştığım kişilere hangi bloktasın derdik. Daha sonra ev telefonları sorardık, bir ara herkesin hayaliydi odasına telefon bağlatmak. Velhasıl sonralarında ise cep telefonu numaraları alınır oldu. İnternetin yaygınlaşması ile irc nickleri, takıldığın odalar filan sorulurdu. Mircten kopup, gizliliğin girdiği zamanlarda ise icq numaraları paylaşılırdı, şimdi ise msn'de webcam açtırıp ereksiyon sağlayacak şey görmek tek amaç. Tanıştığın kafa insanlara "ekşisözlükte yazar mısın ?" denilirdi. Ekşisözlükte yazar olmak büyük forstu o zamanlar, daha sonraları nesil muhabbetleri çıktı filan. Ama son zamanlarda dama atıldı ekşisözlük, şimdilerde günümüz gençliği karşısındaki insana facebook ve twitter adreslerini sorar olmuş. Friendfeed'leri ile paylaşılmış filan. Evet benimde facebook ve twitter'ım var, beni de ekleyin takip edin istiyorum konun anasının görüşü budur.

Malumunuz zaten bütün kesim şu yukarıdaki vecize yüzünden yılbaşının o son saniyelerinde bir cinsel aktivite de bulunayım da sene boyunca boş boş dolaşmayayım, abazan takılmayayım korkusunun cümleleştirilmiş, epikleştirilmiş halidir. Şimdiden başladı yılbaşı planları, şunu sarhoş etsek şunu böyle yapsak gibi hayin ve hin planların kol gezdiği genç kızlarımızın ar damarlarına enjekte olmak istiyorlar. Şimdi suçu erkeklerde aramayalım, bayanlarda bu konuda az değiller. Onunkisi damarlı ve kocaman düd konuşmalarınız kulağıma gelmedi sanmayın. Yeni yıla bu tarz kelepçeli partiler yerine, evimin salonunda koltuğumda bir elimde sıcak şarabım diğer elimde kitabımla beraber gireceğim. Her yılbaşında yaptığım gibi kırmızı donumuda giyeceğim elbette.

çılgınsın gugıl veyv, merak ettik girdik gördük. Ama daha çok toysun, büyüyeceksin büyüyünce de hava atıcaz "oğlum ben ilk çıktığında girdim la" filan diyeceğiz. Hakkında yazıcak bir bok bulamıyorum, çünkü daha betasın. Aslına bakarsan bu google'ın türk insanına ayıp ettiği bir şeyi. biz meraklı insanlarız, yolda kaza olur başına toplanırız. mekanın içinden garip sesler, ışıklar gelir kapıdaki bodyguard'a "bir arkadaşıma bakıp çıkıcam" deriz. ulan şerefsiz google, valla bakıp çıkıcam ya. ne olur be, beyaz ölümün pençesindeki bağımlılar gibiyim. Davetiyem var, isteyene paslarım.

Bazen uyumadan önce aklıma öyle şeyler geliyor ki, hani bu düşüncelerimi bir yerlerde paylaşabilsem belki şu an hepiniz havada giden araçlara biniyor olucaktınız. Veya ben çok zengin olup ay'a filan yerleşecektim. Amma velakin sabah kalktığımda hepsi atmosfere dağılmış oluyor, paylaştığım tek şey yastığa veya çarşafa akan sıvılar oluyor (evet, çıplak yatıyorum. Ne seksi değil mi ?). Uyumadan önce hayatı bir film şeridi gibi gözümüzün önünden geçirecek medya oynatıcıları gelsin, bitmeden sızıp uyuyalım karşısında. Bütün o müthiş fikirler yanlış kafa da toplanıyor, ne zaman sabah ereksiyonu olsam içimi bir hüzün kaplıyor bu yüzden.

Telaşlıydı. Evin içinde durmadan hareket ediyor o küçük odaların birinden çıkıp diğerine giriyordu. Suratından bir sıkıntısının olduğu anlaşılıyordu. Yaptığı heyecan ve hareketler nedeni ile alnında boncuk boncuk terler vardı. Her söylenen kelimeyi sanki bir küfürmüşcesine algılayacak gibiydi, yanındaki arkadaşı ses etmeye birşeyler demeye korkuyordu. Derdini soramadı. Para kazanmaya başladığından beri aldığı kilolar yüzünden nefes nefese kalmıştı. Ama neden odanın içinde bu kadar telaşlıydı ki ? Arkadaşının kafasını bu sorular meşgul ediyordu. Jaluziyi parmakları ile araladı. dışarıya baktıktan sonra "heh, gelebildi sonunda." dedi. Arkadaşı iyice kıllanmıştı. Jaluzi, telaşlı arkadaşı ve gelen 3. kişi. Kendini bir hollywood senaryosunda bulması an meselesiydi. Kapının dışından asansörün gıcırtılı kapısının açılış sesini işittiler ve hemen kapıya koştular. Kapıdaki, ortak bir arkadaşlarıydı. Kolları vücuduna yapışık bir şekilde duruyordu çünkü ellerinde ağır poşetler vardı. Hemen poşete sarıldı ve içinde birşeyler aramaya koyuldu. Ve o karmaşa içinde aradığı şeyi bulup kendini banyoya attı. Banyo'dan çıktığında herşey anlaşılmıştı, dün gece yediği o acılı ezme midesini bozmuştu.

Yıl 2037. Şempanzelerin nesli tükenmek üzere. Son çare kalan şempanzenin bir insan ile çiftleştirilmesi. Yabancı bilim adamları bunun nasıl olacağını birbirine sorarken bir türk bilim adamı atlayıp ben bu işi yapacak insan bulurum ama bu işi yapacak adama para ödülü vermeliyiz demiş. 50.000 € para verilmesi kararlaştırılmış.
Türk bilim adamı türkiye ye gitmiş. Gezerken kamyoncuların lokalini görüp içeri girmiş. Adamın birine selam verip olayı anlatmış. Şempanzelerin neslinin tükenmemesi için son umut olduğu ve 50.000€ paranın soz konusu olduğunu söyleyince adam süre istemiş.
Ertesi gün bilim adamıyla yine aynı yerde buluşmuşlar
Adam: tamam o şempanzeyi sikerim ama 3 şartım var.
1. şartım şempanzeyi dudaklarından öpmem
2. şartım çoluk-çocuk olayına karışmam
son olarak da 50.000'i bir seferde veremem, taksitle verebilirim.

Hayat'a mavi ekran vermek. Ulan farketmiyorsunuz belki ama son zamanlarda çok haşır neşir olduk bu meretlerle. Hayatı gözlerimiz denen uzuvlar sayesinde "high definition" yaşamak var iken, biz gidip şu sanal gerçekliklerle haşir neşir oluyoruz. Yani ne var bu ekranlarda ? şimdi anagram yaptırmayın bana burada. Ulan reklamlarla hitap edeyim size en iyisi hızlı tüketiciler "çünkü en değerli plazmanız, sizsiniz !". Herşeyinizi ekran üzerinden yaşamayın; cep telefonu ekranı, bilgisayar ekranı, televizyon ekranı vs.. Şimdi eskiden şu mu vardı bu mu vardı edebiyatına girmiyorum, girersem size girerim. Tüpünüz bitmeden hayat sarılın bakayım, hadi koçlarım geç oldu.

bundan 7 önceki sevgilimle (elbetteki sevgili olduğumuzdan haberi yoktu) ilk buluşmama bisikletle gitmiştim. 21 vitesli dağ bisikletiydi ama götümün altında küçük boy bmx'ten farkı yoktu. kızı etkileyiciğimi düşünmüştüm, ama bir daha hiç buluşmamış konuşmamıştı benimle. dayanamadım facebooktan önce arkadaşlık talebi sonra wall'ına mesaj yazdım, "neden beni bir daha aramadın ?" yazmıştım. O ise cevap olarak, "bir bisiklet kazası ile kadın olmuştum, bana o kötü günü hatırlatmıştın." yazmış. facebook olmasa kızdan hala bahsettiğimde "kevaşe bırakıp gitti beni" diye bahsediyor olucaktım. Canım benim, fevkeladeymişsin fecabok.

Yıllardır icra ettiğim meslekten emekli olmam ile beraber içine düşmüş olduğum buhran, ulan demek ki insan yaşlanınca da böyle hissediyor diyorum hani şu sıkıntı ve üşengeçlik durumu olmasa huzur evlerine gidip kent bayram şekeri reklamları kisvesinde hepsinin boynuna sarılıp "bayramın kutlu olsun amcacım/teyzecim" diyeceğim. Evet, bu boşluk durumu duygularımı da bir boşluğa itmiş durumda ne hissettiğimi anlayamıyorum. Gelecek ile ilgili olan plansızlık, harita okumasını bilmeyen bir denizci misali allah ne verdiyseden ziyade rüzgar nereden estiyse oraya gideyim modunda devam ediyor hayatım. Bu arada yaşlı demişken, bu yaşlıların çocuklarla olan iletişimlerine kıl oluyorum arkadaş. Hayır o kadar yaşlısın ki, 38 yaşında bir insan bile senin için "çocuk" sınıfına dahil oluyor, görsen sanki kaplumbağa. İletişim kurulacak olan kişi bir çocuksa, ki bu çocuk ilkokul çağına yeni girmiş diyelim bir elinde oyuncak kamyonu diğer eli burnunda sümük çıkarmakla meşgul. Yaşlı dayımız gelip bağırarak "he (bu cümleye nasıl bir giriş yapacağını bilemeyen insanlarda olan bir sorun), nerede senin cankurtaranın (yaşlıların en büyük özelliği, eski kelimeler kullanmak), he ne ? (o sırada nispeten daha genç olan çocuk, torun ile olan iletişimi bir iki saniye için sekteye uğratıp "baba o cankurtaran değil, ambulans" diyerek kendi kendine 1. ve 3. jenerasyonu birbirine bağlayan köprü jenerasyon kisvesine bürünüp gururlanır.), ha tamam nerede senin ambulansın, alayım mı kamyonunu, kamyon çeker 2-3 ton gönlüm çeker paris hilton. (Yaşlı burada erör vermekte)
Telefonum çalıyor, çıkmam lazım. (bir yazı böyle kesilip atılmaz ki arkadaşım, böyle basit oyunlarla gelme karşımıza bir daha.)

Camndan bakınıp duruyordu, trilyonlarca damlanın intihar edişini izliyordu. O kadar yükseklikten camlarına düşüşlerine bakıp, sıkıntılı bir şekilde iç geçiriyordu. Çok duygusaldı sonuçta ne zaman yağmur yağsa camdan dışarıyı izler, duygulanır ağlardı. Ama bu yağmurda çok farklı olan birşey vardı, bir hiddet vardı bulutlarda içlerindeki nefreti kusuyorlardı sanki, bu sefer camdan bakarken böyle geçirmişti aklından. Büyük bir gürültünün ardından, her zaman arkasında güvenle durduğu o cam damlaya damlaya göl olan, şiddetlendikçe sel olan suların kuvvetine dayanamayıp üstüne çöktü. Çok sevdiği o ıslak toprak kokusu artık ciğerlerindeydi, odasının içerisini bir çamur deryası kaplamıştı. Kibrit kutusu gibi olan evinin ince duvarları da çok fazla dayanamadı. Selle beraber hareket etmeye başladılar, sürgündeydiler. Gözlerine, burununa ve ağzına giren çamurlar ışıkla olan iletişimini kaybetmesine neden oluyordu. Ve en sonunda, sigortalar attı hayatla olan elektrik alışverişi son buldu. Çok sevdiği ıslak toprağın altındaydı, ama bu sefer çürük kokuyordu. Bir insanın ayakkabısı altında can veren sümüklü böcekler gibiydi. Diğer arap kızları gibi petrol içinde değil, çamur içinde yüzüyordu. Hayat acımasızlığı bir kez daha göstermişti. Tabi kimilerine göre teknolojinin kurbanıydı.

Tek düzeliğe başkaldıran özgürlük... Yeni hayatların, yeni sekslerin peşinden giden bağımsız ruhlar... Gizli köşelerdeki aşıkların, avaz avaz bağıran esmerlerin, trafiğin, bir kenarda kıvrılıp yatmış ebony'nin, çığlık çığlığa sarışınların, sevinen, kızan, küsen, barışan, yalnız olan, çoğalan insanların sesi Yarrak. Donlardan çıkar, kukulara karışır ve macera dolu bir yolculuk başlar...

İnsanın hem kendi içine yaptığı bir yolculuktur bu, hem dışarıdaki karmaşık dünyanın derinliklerine. Kukunun içindeki hayat, yanından geçtiği her şeyin, herkesin bir parçası olur artık. Tam da aynı nedenle, Yarrakta herkes kendinden bir parça bulur. Yolculukların en şaşırtıcısı belki de... Gidersiniz, ama tersine bir etkiyle gittikçe daha çok yakınlaşırsınız kendinize, şehrinize, hiç tanımadığınız insanlara, hiç görmediğiniz kadınlara.

Akbank Uluslararası Yarrak Festivali, işte bu sürprizlerle dolu yolculuğun rotasını 17. kez bize çevirdi 2009 Ekim’inde. Yarrakgibi sınırları aşan bir heyecanla, bizleri yeni keşiflerle çıkardı. Ünlü konukların sahne aldığı mekanlarda, heyecanlı, keyifli orgy geceleri yaşadık.

Coşkusu, heyecanı, ritmi ile köşe bucağı Yarrağın sesiyle dolduran bir festival böyle geçti. 2010 Ekim’inde “Akbank 18. Yarrak Festivali” coşku ve heyecanını birlikte paylaşmak dileğiyle...


bu yazı, yaz aylarında artan festival çılgınlığına bir isyandır.

Onun ayaklarını sürüyüp sürümediğini bilmiyorum. Onun en iyi zamanını bilmiyorum veya onun en kötü zamanını. Onunda benim gibi "ruh ikizi" şeklindeki kelimelere alerjisi olup olmadığını bilmiyorum. Sadece biliyorum ki zaman geçtikten sonra ona fısıldayacağım. Ve bu iyi huylu olmayacak.

“That’s the nature of women; not to love when we love them, and to love when we love them not.”
-Cervantes




Ayaklarımızın altında çiğnenir dururlar, yeri gelir o kokan ayaklarınızı koklarlar, yeri gelir döktüğünüz kırıntılar ile beslenirler. Zor bir yaşam sürerler ama sanmayın ki kendilerini savunmak için birşey yapmadıklarını. Çok usta ellerden çıkan bu halılar üstlerinde motifleri ve işlemeleri ile kurbanlarını transa sokup, onları sarmalayıp sindirebiliyorlar. Kültürümüzde halının önemi büyüktür, özellikle kadın kaçırma eylemlerinde mesela saray'dan kız kaçırma adlı meşhur eylemde kullanılmıştır. Hatta aranızdaki genç jenerasyonların hatırlaması için Mavi Boncuk filminde kaçırma sahnesinde de halı kullanılmıştır. Acayip halüsinasyonlara neden olmakta bunların motifleri, hani bunu dokuyan çocuk kör oldu espirisi sanırsam gerçek olmalı. Çocuk girdiği halüsinasyonun etkisinden çıkmayıp gözlerini oymuş olabilir pekala. Ne zaman misafirliğe gitsem ve gözlerim halıya doğru kaysa, bende kayıyorum aynen. Hele ki o halı üstünde oyuncaklar ile yaşam alanı kurup oynamak, çizgilerin üzerinden arabaları seyir ettirmek filan. Halı hakkında bir sürü şey sayabilirim, halı üzerinde yapılan eylemlere dair bir sürü deneyimim var. Halı yüzünden 3. derece yanıklarım var vücudumda düşünün artık ne kadar çok zaman geçirdim üstünde bu meretin.

İşte halı denilince aklıma ilk çağrışım yapan iki isim;

Sevgili bayanlar,

Son zamanlarda görüyorumda haddinizden büyük çantalar taşıyorsunuz. Evet belki içi para dolu bond (resmen adı aklımda böyle kalmış) çanta değil ama içinde sizi her türlü zor durumdan kurtaracak malzemelerin mevcut olduğunu biliyorum. Bir isviçre çakısı misali çok fonksiyonlu çantalarınız. Belki kalçalarınız kadar büyük olmaya bilir çantalarınız ama biliyorum ki içinde çok şey var. Ve sizlere baktıkça imreniyorum, o kocaman çantaları dirseğinize asarak dolaşıyorsunuz, aman tanrım ne kadar güçlü diyorum kendi kendime içimdeki ataerkil içsesi bastırmaya çalışarak.

Ama biliyor musunuz ki o kolunuzda taşıdığınız ağır çantalar, sizin kollarınızı çalıştırdığını ve kol kaslarınızla beraber taşıdığınız yöndeki göğüs kaslarınızı da çalıştırdığını (mesela sağ kol=sağ göğüs). Bundan 5 yada bilemedin 10 sene içinde böyle çanta taşımaya devam ederseniz siz bayanlar, bir göğüsünüz dimdik, diğer göğüsünüz sarkık olucak. Aman kızlar amazon kadınları gibi olucaksınız, göğüslerinizi aldıracaksınız o çirkin görüntü yüzünden zaten meme kanseri ile uğraşırken birde bu dertler ile uğraşmayın.

İşte böyle şekilsiz meme istemezsiniz değil mi ?

Lütfen dikkatli olunuz. Birlikte daha diri, daha canlı bayan vücutları yaratalım. Saygılarımla, sizi ve memelerinizi çok seviyorum.


1. Kalem koysan durur, işte dik meme.
2. Mmmeme ucu
3. Çanta taşıyan kol kası ile göğüs kası

Havalar ısındı, güneş artık o yavşak tutumunu sergilemeye başlar oldu. Dünyamıza yolladığı ışınlar ekvatora daha dikey düzlemde gelir iken nedense yurdum gençliğine dik dik gelmektedir. Tabi gençlerimiz kendisine böyle dik dik bakan güneş'e ağzının payını vermek istercesine güneş gözlükleri giyer oldular. Tabi ki zararlı olabiliyor, fazla maruz kaldığınızda ciddi derecede hasar görebiliyorsunuz. Ama siz (yazar burada yurdum gençliğine haykırmakta), ulan lahana beyinliler kışın güneş pek ortalarda yokken onu solaryum merkezlerinde aldatıp, yanık ve krem kokulu tenlerinizle dolaşırken o güneş diğer yarım küredeki arkadaşlarımızla ilgileniyor oluyor. O yüzünüzden büyük gözlükleri takma amacınızı anlıyorum, ufak olan kafanızıda o güneş gözlüğü sayesinde zararlı ultraviyolonsel ışın fötonlarından korunmak istiyorsunuz, ama bütün suç korunmayı bilmeyen ebeveynlerinizde. Doktor tavsiye ettiği için takıyorum diyen embesil, sana buradan uçan tekme atıyorum.

Yüce kudretli barak ülkemize uğramış, avrupa kıyılarında yürüyeceği yollara kırmızı halılar döşemişler ve bu yolları halka kapatmışlar ki kırmızılığını yitirmesin. Ülkemizde nedendir hep bir yabancı beğenisi vardır. Elektronik hususlarda japonlara, mobil konularda almanlara, fuhuşta ise ruslara gibi gibi bir takım hayranlık var. Ulan halbuki biz istesek en iyisini yaparız, biz aslanız kaplanız ulan. Hadi koçlarım göreyim sizi bana bir kahve kapıp gelin bakalım. Evet, işin kolayına kaçmak olsa gerek bu bilemiyorum. Gerçi yurdun dışında elin gavurlarında "türk gibi" bir deyim var; işte bencil davrananlara, yere tükürenlere, ateşin olmaması gereken yerlerde tüten mangal dumanı denilinde kullanılan bir tabir. Aslında bize çok özeniyorlar ama hissettirmiyorlar, utangaç bir kızın hoşlandığı çocuğa sert tavırlarda bulunması, hoşlandığını belli etmemesi gibi bir hal içindeler. Biliyoruz özünüzde beni çok seviyorsunuz, pardon bizi. Mahsun kırmızı gül gibi bir değişime ihtiyacımız var, taşrayı eğitmeliyiz gibi sosyal konulara tuzlu parmak basmak istemiyorum sonuçta yüzeysel bir blog bu, etliye sütlüye girmeden sadece ford'çulukla uğraşıyorum, değdirip çekiyorum. Bu işin sırrı nedir diye sorucak olan arkadaşlara, ünlü belediye başkanı i.melih gökçeken alıntı yaparak cevap veriyorum: "hanım çok iyi bakıyor.".

Üniversitemizin tanıtım gezisinde bu sene Sivas, Amasya, Tokat, Çorum ve Yozgat gibi illerimize uğrama şansı buldum. Hoş pek gezmek için fırsatımız kalmamış olsa da karayollarında seyir etmekten, eğlenceli bir tur oldu diyebiliyorum gönül rahatlığı ile. Siz okuyucularıma ise Çorumdan leblebi getirdim, teker teker dağıtacağım merak etmeyin. Bugünde oy verme dalaveresi ile uğraşacağız yerel seçimler kisvesi altında. Oyumun rengi belli ama size söylemeyeceğim, size ne lan ayrıca benim oyumdan. Gündemden de epey uzak kaldım, tam bir rehabilitasyon idi bu bir hafta. Oh yatıp uzanıp dinleneyim iyice.



Sacha Baron Cohen'in Ali G şovunda ara skeçlerde borat ile beraber kullandığı karakterdir kendisi. Avusturyalı gey bir spiker olan Bruno, ali g ve borat'tan alışık olduğumuz şekilde yine insanlarla dalga geçmekte. Yer yer kullandığı almanca kelimeler ile de yaran ve yönelttiği bir takım sorular ile dehşete düşüren bir karakter. Sanırsam filmini çekiyorlar ve çekecekler. Sabırsızlıkla beklemekteyim.şimdi skeçlerden bir kaç alıntı ile bitireyim kopi peyst değil alın teri.

How do you deal with that awkward situation of somebody in a wheelchair coming and you want to push them away but you don't want to create a scene? How do you turn them away? Do you ignore them or wheel them away?
Burt Reynolds, keep him in the ghetto or train to Auschwitz?
Liza Minnelli, do you wish her a benign tumor or a malignant tumor?
A lot of the style gurus in Austria are saying like Osama Bin Laden is thee best dressed guy, do you think so?
Look at the evil people in the world, Saddam Hussein, Hitler, Stalin what do they all have in common? Moustaches!
Is it a coincidence that all the good people have long hair, like Jesus, and like hippies and you know Rod Stewart.

Hayatta herşey ve herkes eşit değildir, hepimiz farklı bir şekilde dizilmişizdir dna'da filan gibi gibi biyolojik açıklamalar getirecek idim ama yok kabullenemiyorum bazılarının herkesin üstüne olmasına. Cennet cehennem kavramına inandım ben bu Melissa'yı görünce, ne yani böyle şahane olabilir mi bir insan ? tamam mükemmel değilsin çünkü bir fransızsın ama yine de sana kızamıyorum sayende fransızları seveceğim. Fransızca öğreneceğim senin için.
Yazının bu kısmı Melissa Theuriau'ya açık bir mektup gibi oldu, ağzımdan akan salyaları sildikten sonra beynimi de toplayabilsem sonunu bağlayacağım. Kısacası başlıktaki gibi Melissa diyor ki ; "aklına gelirim, aklın gider."

*İlk televizyon yayınları 1940 yılında Amerika'da yapıldı.
*İlk üç yaşta televizyon karşısına bırakılan çocuklara "otistik" özelliklerinin geliştiğini biliyor musunuz?

Televizyonun ömrümüze maliyetini hesapladınız mı?Günde kaça saatiniz televizyon başında geçiyor? Ortalama belki de iyimser bir hesapla 3 saat diyelim.İlk başta hiç ürkütücü gelmiyor.Ancak...
Günler damlaya damlaya hafta olur, ay olur,yıl olur , sonunda bir ömür olur biter...
Eğer televizyonun günde 3 saatten bir yılda yiyip bitirdiği zamanı hesaplarsak, 1095 saat eder. Bu gecesiyle gündüzüyle 45 gün demektir, televizyonun başında geçen 45 gün ve 45 gece eder.
Şimdi ikinci soru: Televizyon canavarının pençesinde can veren bu 1095 saat bize neler kazandırabilir?
Bu rakam bir öğrencinin bütün bir öğretim yılı boyunca ders gördüğü saatlerden daha da büyük bir süredir.
Demek ki, en azından kayıp bir öğretim yılı var ortada…
1095 saat içerisinde bir yabancı dili iyi seviyede öğrenmek mümkündür.
Bu demektir ki, televizyon her yıl bize bir yabancı dil kaybettiriyor.
Kitap okumayı tercih ederseniz, ağır bir okunuşla 25 bin sayfalık kitabı (her biri 200 sayfalık 125 kitabı) bu müddet içinde bitirmemiz mümkündür.

Televizyon çoğumuzun hayatında önemli bir yer ve zaman işgal ediyor değil mi?
-Bir eve gitsem de ayaklarımı uzatıp televizyon seyretsem.. Ee sonra? Ne kazandırdı bu bize?Yine Erich Fromm'un dediğine çıkıyor bu laflar."Boş zaman pasivitesi"
Televizyon zamanımızı verimsizleştiriyor görmüyor musunuz?

Tüketim çağında üretilen malların kısa süreli kullanıma yönelik olmasıyla,insanlara televizyonda verilen bilgiler,izlettirilen programlar da kısa süreli tüketime dönüştürüldü zamanla.Kısa programlar,kısa reklamlar,kısa cümleler,bilgiler bile kısa..
Baksanıza Kablo tv de bile yalnızca 2 belgesel kanalı var. O 2 tanecik belgesel kanalını bile izlediğimizi sanmıyorum.Kaçımız merak edip o kanallara göz ucuyla olsa bile bakıyor? Hangimiz yeni bilgiler öğrenebilmek için televizyon karşısına oturuyoruz?
Yeni bilgiler öğrenebilmek için merak edip araştırmak gerektiğine inanıyorum.Oysa ki televizyondaki bizi etkisi altına alan programların çoğumuzu araştırmaktan ve merak etmekten alıkoyduğu gerçeği ortada.İşte televizyonun insanlığa en büyük zararı da bu bence.Bizi düşünmekten,merak etmekten,araştırmaktan alıkoyması.Bu yüzden zamanımızı çalıyor televizyon.Bir an önce televizyonun bu zararlı etkisinden kurtulup kendimizi bilgi havuzuna atmamız gerekiyor.

Televizyon karşısına neden geçtiğinizi düşünün.
Rahatlamak? Stres atmak? Yorgunluk atmak?

Televizyon karşısına geçtiğinizde bunlardan biri bile gerçekleşiyorsa bence sizi rahatlatan televizyon değil vücudunuzun üzerinde otururken yayıldığı veya rahatladığı koltuktan dolayıdır.Demek ki sizi rahatlatan birazcık dinlenmek.O zaman dinlenirken boş boş televizyona bakıp zamanınızı harcayacağınıza neden bir kitap alıp bu vakti değerlendirmiyorsunuz? Bu boş zaman pasivitesinden kurtulup elimize bir kitap alıp okumaya başladığımızda hem zamanımızı iyi bir şekilde değerlendirmiş oluruz hem de sakin bir müzik de bize eşlik ederse stres atmış oluruz.Bilinçli yaşamayı öğrenmeliyiz artık.Televizyonun hayatımızda yarattığı zararların billincine varalım.

Küçük de bir uyarı: Televizyonun kapalıyken bile küresel ısınmaya katkıda bulunduğunu biliyorsunuz değil mi? Televizyon hem doğaya hem de insanlığa zararlı.Gelin tamamen kapatalım bu devri.

Kendimizi geliştirmekten alıkoymayalım.Biliçlenelim.Televizyon karşısında boşa geçirdiğimiz zamanımızı kitap okuyarak dolu dolu geçirelim.

Malumunuz artık ülkemizde yeni bir yasa var, kamusal kapalı alanlarda sigara içme yasağı. Tütün mamüllerinin kullanılmasını engellemek ve içmeyen insanların zarar görmesini engellemek filan. Eskiden elinizdeki sigara ile bütün mekanlarda kral gibi gezip, karizmatik duman çekişleri ile kızları etkilemeye çalışmak geride kaldı gibi gözüküyor. Sigara içen insanlara ayrılan alanlarda ise ayrı bir muhabbet ortamı oluşuyor. Eskiden sigara içip bir sürü muhabbet hakkında konuşurken, şimdilerde o kapalı alanlarda sigara eksenli muhabbetlerin esiri oluyorsunuz. Eski camel daha güzeldi be abi, winston iyi güzel ama birde kötü kokmasa gibi klişe sözlerin etrafınızda dolaştığını görüyor, üstünüze sinen sigara kokusundan nefret ediyorsunuz. Tabi bu yasağın dişçileri çok üzdüğünü düşünmeden edemiyorum, artık sararan dişleri beyazlatmak için dünyanın parasını alamayacaklar. Zaten diş fırçasına ön yargılı olan toplumumuz artık o kıllı şeyi hiç bir sabah ağızlarına sokmayacakları için çok mutlu olucaklardır. Alkollü ortamların vazgeçilmez mezesi olan sigara yakında o ortamlardan da kovulacak, bundan 2-3 sene önce yurtdışı gezimde (götün amma da kalkmış lan dediğinizi duyuyorum, içinizden söyleyin) gördüğüm üzere artık barların içinde kimse oturmayacak, herkes kapının önünde sigara içicek mekanlar boş kalıcak. Gerçi bu oluşum sokakta içme kültürünü yeniden canlandıracak ve moda sahiline nur yağıcak filan. İnsanın blog'una birşey yazma ihtiyacı gerçekten boktan bir şey, ne yani yazmasan ne olucak diyorsunuz değil mi ? yalvarıyorsunuz sonra ama lütfen bir şeyler yaz paylaş bizimle diye. zaten sigaramda bitmek üzere, son nefesimi son cümlelere harcamış bulunmaktayım. 1 sigara içme süresinde çıkan bu iğrenç yazının ana fikrini çıkarın, ünite sorularını cevaplayın. Haftaya cevapları vereceğim.

Sizi bilmem, evet bilmiyorum sonuçta karşımda oturup beni dinlemiyorsunuz bu sebebten ötürü sizi bilmem ama ben (biz diyip kişilik bozuntusu yaşayan kuul insan görüntüsü vereceğimi sanıyorsunuz, lütfen alıcılarınızla oynamayın malum sonra cenabet oluyorsunuz.) uf amma uzun cümleymiş başta ne yazdığımı unuttum dedikten hemen sonra konuya bir sonra ki paragrafta gireceğim.

Britanya adasında ingiltere de çekilen dizilerden bahsedeceğim. Son gözdemi anlatacağım. Evet hepsini kademeli kademeli düzgün bir şekilde anlatamayacağım az çok beni okuyup anlayan bir insansanız. "No Heroics" 2008 yılında çıkan bir britcom. Anlamsız surat ifadenizi ve verdiğiniz "ne?" tepkisine istisnaden british sitcom açıklaması yapıyorum. Bunu da bilmiyorsunuz sizi google'a davet ediyorum. 4 adet süper kahraman arkadaşın yaşadıklarını anlatıyor bu dizi.

alex (the hotness) : özel gücü sıcaklığı kontrol edebilmesi. meşhur olmak için elinden geleni yapmaktadır ama bunda pek başarılı olamamaktadır.
sarah (electroclash) : özel gücü makineleri konuşarak kontrol etmesi. oldukça asi bir karaktere sahiptir.
don (timebomb) : özel gücü 60 saniye geleceği görebilmesi. emekli olmuş homoseksüel ispanyalı kahraman don, bu 4lü içindeki en saygı gören karakterdir.
jenny (she-force) : özel gücü en güçlü 3. kadın olmasıdır. ilişkilerden yana şanslı olmayan jenny, hayatının aşkını aramaya devam etmektedir.
devlin (excelsor) : özel gücü herşeyden var sanırsam. en başarılı kahraman olan devlin, alex'e takılmakta ve onun hayatını zehir etmektedir.

Son zamanlarda merak eylediğim bir olay var, "Light Graffiti" asıl kelime anlamı (a.k.a'yı da türkçeye çevirmiş bulunmaktayım) "Işık Grafitisi". Bir takım ellerden çıkan işleri gördükçe, oh ne güzel yapmışlar lan, diyorum.
Öncelik ile bir ışık kaynağına ihtiyaç duyuyorsunuz ki yurdumuzda bulsak bulsak dandik fener kullanabildiğimizden ki pek bu işi yapan yok (benim dışımda yapan var mı bilmiyorum). Led ışıklar bu grafiti için biçilmiş kaftanı oynuyorlar. Havai fişek ve meşale de kullanmak istiyorum bu işi yaparken ama bir o kadar da tehlikeli oluyor. Daha sonrasında fotoğraf makinesi gerekli oluyor, sabit hareket etmeyen bir zemin üzerinde veya tripod kullanarak, Iso değerini 100 gibi ayarlayıp, enstanteneyi de olabildiğince kısmanız gerekmektedir. Tabi fotoğraf çekme süresinide bir tahmini olarak 20 ile 30sn arasında tutmak pek güzel oluyor. Sonrasında elinizde ışık kaynağını alıp karşısına geçip, çizmek istediğiniz şeyi çizmek kalıyor. Böylelikle grafiticilerin (o repçi tarzınızın içine edeyim) yaladığı (yaşadığı yazıcaktım ama nefretimden bu çıktı) bir takım zorlukları (zorluk yazmayacaktım da şefkatimden bu çıktı) çekmek zorunda kalmayacaksınız.

Nedir bu mümas diyorsunuz, açıklayayım; Bir eğrinin yanından geçen ve ona ancak bir noktada değen doğrudur.
Evet ne alaka diyecek misiniz ? bekliyorum, hah tamam oldu. Malumunuz teğet sözü son zamanlarda dillere pelesenk oldu. Her türlü durumda iğneliyici olarak kullanılır oldu, gerçi hoş bir şekilde hak ediyor da bu ilgiyi. Google'u açıp "teğet geçti" yazdığımda karşıma 184.000 sonucu 0,04 saniyede getiriyor. Benim bildiğim çemberin dışındaki bir noktadan çembere çizilen doğrular eşit oluyordu. Tamam ekonomik kriz de bir noktadan başladı ve herkesi eşit bir şekilde etkileyecek filan ben bunun makrosunda mikrosunda değilim. Hatırlıyor musunuz eskiden neler teğet geçerdi hayatınızda ? Ne bileyim bir Thin Red Line izlediniz mi hiç ? Yanı başınızdan teğet geçen bir cisim olup kalbinizin normalin çok üstünde atmasına sebeb verdi mi ? Hayatınızın aşkı olucak o kız ellerinde kitapları ile sokakları arşınlarken siz onu göremeyip , o meşhur çarpışma sahnesini yaşayamadan ustaca bir manevra ile o kıza çarpmaktan kendinizi kurtarıp "oh be, şimdi çarpsaydım bir ton dır dır edicekti" dediniz mi kendi kendinize, aşk teğet geçti mi hayatınızdan ? Bir durup bakıp nelere teğet geçtiğinize baktınız mı ?

Soğuk bir Ocak sabahı, bir adam Washington DC'de bir metro istasyonunda,kemanla 45 dakika boyunca altı Bach eseri çalar. Bu süre içinde, çoğu işe
yetişme telaşındaki yaklaşık bin kişi kemancının önünden geçip, gider.

Kemancı çalmaya başladıktan ancak üç dakika kadar sonra, ilk kez orta yaşlı bir adam kemancıyı fark edip, yavaşlar ve birkaç saniye sonra da gitmek zorunda olduğu yere yetişmek üzere yine hızla yoluna devam eder.
Kemancı ilk bir dolar bahşişini bundan bir dakika kadar sonra alır. Bir kadın yürümesine ara vermeksizin parayı kemancının önüne koyduğu kaba
atarak, hızla geçer, gider. Birkaç dakika sonra, bir başka adam duraklayıp, eğilerek dinlemeye başlar ancak saatine göz attığında işe geç kalmamak için acele ettiğini belirten fadelerle hızla yoluna devam eder.

En fazla dikkatle duran ise üç yaşlarında bir oğlan çocuğu olur. Annesinin çekiştirmelerine rağmen, çocuk önünde durur ve dikkatle kemancıya bakar.
En sonunda annesi daha hızlı, çekiştirerek çocuğu yürümeye zorlar. Oğlan arkasına dönüp dönüp kemancıya bakarak, çaresizce annesinin peşinden gider. Buna benzer şekilde birkaç çocuk daha olur ve hepsi de anne,babaları tarafından yürümeye devam için zorlanarak, uzaklaştırılırlar.

Çaldığı 45 dakika boyunca kemancının önünde sadece 6 kişi, çok kısa bir süre durur. 20 kişi duraklamadan, yürümeye devam ederek, para verir.
Kemancı çaldığı süre içinde 32 dolar toplar. Çalmayı bitirdiğinde ise sessizlik hakim olur ve kimse onun durduğunu fark etmez, alkışlamaz.
Hiç kimse onun dünyanın en iyi kemancısı Joshua Bell olduğunu ve elindeki 3,5 milyon dolarlık kemanla, yazılmış en karmaşık eserleri çaldığını
anlamaz. Oysa Joshua Bell'in metrodaki bu mini konserinden iki gün önce Boston'da verdiği konser biletleri ortalama 100 dolara satılmıştı...
Bu gerçek bir hikayedir ve Joshua Bell'in öylesine bir kılıkla metroda keman çalması, Washington Post gazetesi tarafından algılama, keyif alma ve
öncelikler üzerine yapılan bir sosyal deney gereği kurgulanmıştır.

Sorgulanan şeyler; sıradan bir yerde, uygunsuz bir saatte güzelliği algılayabiliyor muyuz? Durup ondan keyif alıyor muyuz? Beklenmedik bir
ortamda, bir yeteneği tanıyabiliyor muyuz? İdi...
Bu deneyden çıkarılacak kıssadan hisse ise, dünyanın en iyi müzisyeni, dünyadaki en iyi müziği çalarken, önünde durup, dinleyecek bir dakikamız
dahi yoksa, başka neleri kaçırıyoruz acaba?

Müritler


 

Bu adreste yazılan bütün yazılar yazan kişiye aittir.Çalan, izintisiz alıntı yapan hakkında işlemler yapılacaktır.Yapıcaksan da haber ver.
Sayfanın bu kısmını okuduğuna inanamıyorum, git daha makul işler ile ilgilen.