Kol saati reklamlarını hiç dikkat ettiniz mi ? Neden saatler hep 10:10'nu gösterir ? Bu sorunun cevabı olarak bilinçaltına yollanan bir mesaj olduğunu biliyor muydunuz, tabi ki hayır nereden bileceksiniz sizi cahiller. 10:10 geçe şematik olarak "tik" (hani kutuyu tikleyiniz derler, onaylama babında) işaretine benzemesi sureti ile bilinçaltınızda size uygun bir saat olduğu mesajını beyninize yollayarak o saati alma isteğinizi canlandıracaktır. Evet, bu örnekten sonra aklına belki başka örneklerde gelmiş olabilir mesela zamanında Coca-Colanın yaptığı gibi filmlerde 25 kare kullanıp, 25. kareye kola resmini koymaları ile canı kola çeken insanların supply and demand çizgisini hatırlarınıza getireceksiniz, emin değilim gerçi bundan sizden pek umutlu değilim. Bunun üzerine tüketici davranışlarını takip etmenizi önerip yazıma burada bir son verirken bende bilinçaltınıza yönelik bir takım mesajlarım ile omuzunuza dokunan bir el olacağım.

David Beckham'ın amerikadaki mutsuzluğu yüzünden italyanın milan kulübüne kiralık olarak gitmesini benim gibi futbol ve magazin gündemini takip etmeyi pek sevmeyen bir insanın bilmesi bu adamların ne kadar global markalar olduğunu gözler önüne sere serpe sermekte. Kendisi Victoria'nın tüm çabasına rağmen David ile röportaj yapmıştır, belki Beckham'ın gömleklerinden birini bile giymiş olabilir. İtalyan güzeller diyince de Ilaria D'Amico ismi son zamanlarda kulağıma fısıldanan isimlerden biridir. Kendisi şahanemi şahanedir ve ciddi düşünüyorum. Televizyonda italyan kanallarında sık zaman geçirmemin nedenidir. Mi piace il suo troppo hatta ve hatta voglio sposare con lei e fare quattro bambini.

Bundan sonra blogumuzda aramızdaki sade meşhur vatandaşları göstereceğim. Otobüse beraber bindiğiniz, beraber pide kuyruğuna girdiğiniz bu insanlar aslında hepsi birer kahramandır. Amma velakin normal hayatta içine girdikleri o diğer kimlik yüzünden biz onları tanımakta zorluk çekmekteyizdir. İşte ilk kahramanımız;


Evet hemen aklınızda, o meşhur hayvan hakları savunucusu saldırgan tutumu ile nam yapmış olan emel hanım geldi biliyorum. ama ne yazık ki bu yazının konusu o değil, bu başka bir emel. kendisine panter demelerinin sebebi çok farklı. Kendisi bir lunaparkta kalecilik yaparak geçimini sağlamakta. Kendisine atılan penaltıların %78'ini kurtardığı için kendisine bu lakap takılmadı aslında. Her ünlü kişi gibi onunda kendine has bir stili vardı, lunaparkta kalecilik yapmadan çok önce mahallede karate dersleri veren Emel, kendine has yarattığı bu stili "Panter" dövüş tekniğinden almıştır. Bu sebebten ötürü kendisine Panter Emel denmiştir.

Şirinler, garip mavi cüceler. Şimdi bu yazıyı okuyabildiğinize göre şirinlerinde ne olduğunu uslu durursanız şirinleri bile görebileceğinizi biliyorsunuz. Peki bu şirinler birkaç sezon boyunca televizyon ekranlarımızı süslediler evet. Peki bu şirinler nasıl çoğalıyorlar ? türlerinin devamı için çoğalmak zorundalar malumunuz. Bir tek dişi olarakta Şirine var, şimdi bütün ahali çeşitliliği sağlamak adına hep beraber şirineyi becermekte ? Ama bu hareket şirinlere yakışır mı ? yoksa yılların azgını şirin baba, komünün lideri olarak bu görevi de üstlenmiş midir ? Nedir bu şirinlerin olayı, tamam sosyalist olabilirler mantar diplerinde yaşayabilirler hatta bazılar gay bile olabilir. Ama bölünerek mi çoğalıyorlar bunlar ?

Tatillerde yürürlüğe giren kanunlarım vardır birkaçını sizinle paylaşacağım;

insan yorgun doğar ve dinlenmek için yaşar.
çalışmak yorar.
gündüz dinlen ki, gece rahat uyuyabilesin.
yatağını kendini sever gibi sev
yarın yapabileceğin işi bugün yapma.
dinlenen birini gördüğünde, otur, ona yardım et.
oturmak mümkün ise ayakta durma.
çalışmak isteyince bir yere otur, isteğinin geçmesini bekle.
çalışmak da bir eğlencedir ama şimdi eğlenmenin sırası değil.
bol alkol al, çalışmanı engeller.

Gitgide monotonluktan çıkıp artık kalıplaşmasından korktuğum kısır bir döngüdeyim. Okula git, dükkana uğra, evde yemek ye ve odana geçip uyu. Bu zincirleme tamlamayı arada arkadaşlarımla buluşup kırsam da artık eskisi gibi çok vakit geçiremiyorum onlar ile malum hepsinin artık bir işi, dersi, tezi veya askerliği var. Hiç büyükmek istemiyor insan bunlarla yüzleştikçe, sorumluluktan kaçmak istiyor. Hele ki artık çalışmak zorunda olduğun anları düşündükçe karamsarlaşıyorsun ama daha da kötüsü aldığın maaşın yetmeyipte annen ve babandan harçlık alamadığın anlar olucağından eminim. Neyse ben odama geçip legolarımla oynamaya devam edeyim.

Forward mailler de olmasa insanlığımızı unutucağız, kan grubumun ne olduğunu, Türkiye'deki madenleri ve türlü şeyleri unutucaktık. Neyse ki forward maillerimiz var. Onların sayesinde artık hayatımız daha kolay olucak.
Sizin için bir forward mail hazırladım, alın arkadaşlarınıza yollayın.

Evet inanılmaz bir Haber ! Klavyemizdeki "W" ,"H" , "K" ve "Ğ" tuşları >paralı oluyor ! (İnanmıyorsanız www.klavye.com'a bakın.Eğer şimdi ayağa kalkıp , sağa bakıp oturduktan sonra ekrana 40 kez üfleyip bu maili de 26 kişiye göndermezseniz Klavyenizdeki "Scroll Lock" Işığı sönecek ve bundan sonra adı geçen harflere her basışınızda ücret ödeyeceksiniz . KLAVYENİZDEKİ TUŞLARIN PARALI OLMAMASINI ISTIYORSANIZ BU MAILI HEMEN 26 KİŞİYE GÖNDERİN ! GÖNDERDİĞİNİZ ANDA CAPS LOCK ISIGI 2 KEZ YANIP SONECEK VE TUM DUNYA MUTLU OLACAK . >Eğer Bu Mail Zincirini Kırarsan Türkiye Avrupa Birliğine Giremeyecek! >(SENİN SUÇUN!) Allah belanı verecek alem sana gülecek . Tavlada sürekli 2-1 >atacaksın .Güneş doğudan batacak . BOMBA HABER!! Türkiyenin Dünyanın en zengin Ununbiyum kaynaklarına sahip olduğu belirlendi . Antalyanın kuzeyindeki karstik arazide yapılan çalışmalarda , Labaratuarlarda saçmsapan deneylerden başka hiçbir işe yaramayan Ununbiyum elementinden 42.000 ton rezerv olduğu saptandı . Bu element sayesinde Türkiyenin DIŞ borcu sıfırlanacak hatta kara geçmeye başlayacak . Ama gelin görün ki Alçak Zimbabveliler bu madenin üzerini Cıva ile kapattıklarından bu kaynakları çıkarmamız çok zor . Bu maili 653 kişiye forward edersen Türk hükümetigerekli çalışmalara başlayacak ve ununbiyumumuz özgür olacak .(yeter artık!)

Son projem oluyor kendisi, size uygun olan filtrelerden alıyorsunuz ve kullanmaya başlıyorsunuz. Böylelikle gündelik hayatta karşımıza çıkan çoğu şeyleri süzüp, daha sade ve huzur verici bir hayata adım atıyorsunuz. Aynı anda birden çok filtre de kullanabilirsiniz. Mesela aptallığa karşı bir filtre ile çevrenizdeki bir sürü aptallığı yok ettikten sonra üstüne huzur filtresi ekliyorsunuz böylelikle yaşam sürenizi bir 20 yıl uzatıyorsunuz. Hayat ne kadar kolay olurdu, iletişimsizlik artsa da mutlu olurdu insanlar. Gerçi mutlu olduğumuzu sanıp ölmektense mutluluğu hissedip ölmek daha bir güzel olsa gerek.

daha önce görülen, bilinen bir kimse veya şeyle karşılaşıldığında, bunun kim veya ne olduğunu hatırlamak, bilip ayırmak, seçmek, ayırt etmek. evet tanımak fiilinin anlamı bu, peki karşımızdaki insanları gerçekten tanıyabiliyor muyuz ? ön yargıların esiri olan o insanları tanımak için ne kadar çaba harcıyoruz ? "to know you is to love you" sözü ne kadar doğru mesela ? Misal, kızgın olduğunuz birgün arkadaşınızın yanındaki insanlarla kurduğunuz iletişimde pek verimli olmadınız. O insanların gözünde "gıcık, uyuz, itici" biri olduğunun farkına bile varmayabilirsiniz. Sonraki görüşmenizde sıcak davranışlarınızın karşısında soğuk bir insan bulup şaşırabilirsiniz. Herkese kendinizi tanıtma gibi bir lüksünüz yoktur, gerçi en yakınınızdaki insan bile sizi tanıyamazken başkalarını düşünmek okyanusu yüzerek aşmaya benzemekte. Kendinizi tanıtma girişimleriniz genelde yapmacık bulunur yani biri bana gelipte kendini anlatmaya çalışsa pek sözlerine itibar etmem çünkü karşınızdaki insanı siz tanımak istersiniz, kendiniz çözümlemek istersiniz. Peki buna yeteri kadar çaba sarf eder misiniz ? İşte bu kısım muallakta kalmaktadır nice zamanlarda. Bir de oyun oynayanlar var ki; aslını inkar edenler. Kendini olduğundan farklı göstermeye çabalamak, olmadığı birini oynamak, hayalindeki kişi olma gayreti. Heleki seyirciyi bulmuş iken Oscarlık performans gösterme girişimleri. Herkes kimi zaman kendine bu kılıfları giydiriyordur, ama önemli olan üstüne yapışıp kendi karakterinizin önüne geçirmemenizdir. Juliet'in Romeosu, Metropolis'in Superman'i, Afrika ormanlarının Tarzan'ı olmak sizinde hakkınız tabi ki.

En son ne zaman zifiri karanlıkta bulundunuz? Hiçbir ışık kaynağının olmadığı, gözlerinizin bu nedenle birşey göremediği o simsiyah dünyayı en son ne zaman gördünüz? Hani azcık bir yerlere kaçsamda azıcıkta olsa kafamı dinlesem dediğim bir zamandı, kapkaranlık bir odada bir başıma idim. El yordamı ile bulduğum yatağa uzanıp, gözlerimi hiçliğe diktim. Siyahın hiçliğine. Evet, bu benim gemimdi, bu gemiye binip istediğim yerlere gidebilecektim. Tabi bu gemi sadece benim olduğu için diğer insanlara "Tanımlanamayan bir cisim" olarak gözükecekti. Beni alıp atmosfer dışına çıkartıp, dünyevi dediğimiz sıkıntıların uzağına götürdü. Bir anlıkta zamandan ve mekandan soyutlanmış hiçliğin içinde ikamet ediyordum. Fazla kapılmamak lazım tabi bu hiçlik olgusuna da, malum o gemiyi hiç yere de indiremiyebiliriz. Rotadan sapmadan, devam edelim yolculuğumuza.

Ellerin birbirine temas halinde sıkı bir şekilde birbirini sarmış şekildedir. Elinin içinde ne olduğunu tahmin etmeye çalışırsın. Bulamazsın ne olduğunu, bilemezsin. Git gide tahmin etmekte, tahminde bulunmakta güçleşir. En sonunda tükenirsin. Ellerini açarsın ama avuçlarında sadece bir hiç vardır. Ama ellerinin içinde birşeyler hayal ettiysen ve açtığında orada olmadığını bildiğin zaman bile o belli bir süre avuçların arasında var olmuş idir.

Günün tüm koşturmasından sonra eve gelirsiniz. Üstünüzdeki günlük kıyafetleri çıkarıp, pijamalarınızı giyersiniz. Mutfağa geçip birşeyler hazırlarsınız kendinize, sonra biraz televizyona bakarsınız belki. Banyoya geçip kişisel hijyen ve gereksinimleri tamamladıktan sonra yatağa girmeye yakın yüzleşmeye başlarsınız. Günün kısa bir özetinin ardından jeneriği akar gözünüzde yavaş yavaş. Başroller, figüranlar, vb... ve prodüktör. En sonunda ise yönetmen. Perde simsiyah, salon ışıksızdır. Yeni gün, yeni bir filmdir, adı aynıdır sadece: Yalnızlık.

"İstanbul Adaları'nın, özellikle Bizans döneminde saray mensuplarının sürgün yerleri olduğu için Prens Adaları diye adlandırıldığı söylenir."
Wikipedia'dan alıntımızı yapıp başladığımız bu yazımıza bu adalardan büyük olanından bahsedeceğim, nam-ı değerini az önce söylediklerimden ölçeceğiniz Büyük Ada. İstanbula uzak olmayan ve aynı anda İstanbul'a uzak olan bir yer bu adalar. Eski İstanbulu yaşatıyorlar hala. Kaldığımız evin manzarası ise inanılmaz idi, fenerbahçe'den kartala kadar net bir şekilde gözümüzün önündeydi. Tek eksik olan mangal eşliğindeki rakıydı ki yağmur ve lodos yüzünden pek fırsat bulamadık. Gerçi pişman değilim içmediğime, dinlenmiş ve huzurlu bir şekilde ayrıldım ada'dan tabi lodosta bindiğimiz vapur macerası ise apayarı idi. Velhasıl kelam gidin adalara yahu ihmal etmeyin.

Bazı insanlar vardır hayatlarını uçlarda yaşamaktan zevk alırlar. Bazıları ise hayatları boyunca hep onlara özenmişlerdir, hep bir çılgın yaşam, vahşi doğa, kıyasıya seks özlemi içinde olurlar ama bir bok yiyemezler affedersiniz. Bunu aklınızın bir köşesinde tutun sessiz sinema oynar gibi oldu ama napalım bağlayacak cümleleri bulamadım aradaki idare edin lan. Malum bu yaz sıcaklar fena halde buhranlara sebebiyet vermekte, ülkemizde artan tecavüz ve cinnet olayları 3. sayfaları dolup taşırmakta. İşsiz güçsüz uzmanlar ise ki genelde isviçreli, çinli, danimarkalı ve etopyalı bilim adamları oluyor bunlar, yanınızda su bulundurun gölgede durun gibi kocakarılarının esirinde kalmışcasına açıklamalar yapıyorlar bir bilim adamı bu kadar mı bilimden ilimden uzak olur yareppim. Velhasıl kelam şimdi bu sıcaklardan korunmak için insanlar evlere sığınıyor, ama evleri de yanıyor haliyle napıyorlar peki ? En makul ve en iyi çözüm olan Arçelik klimalarını alıyorlar (Evet arçelikte çalışıyorum, kartım yok e-mail atınız). İşte konumuzun temasını bundan sonraki satırlarda işleyeceğim. 1. kelimeyi hatırlayın, yanına 2. kelimeyi koyun ne olmuş yani teori de bizde sessiz sinema oynuyoruz terk farkı yazıları okurken beyninizde seslendiriyorsunuz ki aslında bu oyunun doğası aykırı geliyor. Evet bu uç noktalarda yaşamak isteyen insanların eline klima kumandası geçti mi, kendilerini sanki süper kahramanmış gibi hissedip "insanlığın gavur amı gibi kavrulduğu şu zamanlarda onlara ihtiyaçları olan denizden çıkmış buz gibi şeyimi vereceğim" havalarında klimaları kontrol ediyorlar. Tamam kardeşim güzel yapıyorsun, aferin. Ama o klimanın derecesini düzgün ayarlasana, yazın sıcağında bize kutup iklimi yaşatıyorsun herkesi robot dansı yapmaya zorlarcasına tutulmasına sebeb oluyorsun ha? Kışın ise mayo, bikini giyilecek derecelerde seyir ettiriyorsun o güzel ofis ortamını bre zındık. Tamam hayatın boyunca belgesel kanallarındaki adamlara özendin ama onlardan biri olamadın bırak artık magazinsel değerin yok, uç noktalarda yaşama hayatını. Nereye gidersen git suyun her 100 metrede 1 derece santigrad kaynama sıcaklığı düşecektir. Sende o deniz seviyesinde 100 derecede kaynayan sudan farksızsın. 76 civa basıncını da unutmamak lazım tabi sıpa seni. Çılgınlık mı istiyorsun al sana çılgınlık; google'da google'ı arat, interneti çökert.

Ergun Candan'ın Gizli Sırlar Öğretisi adlı kitabından bir bölüm:


İndra Efsanesi
Hint Mitolojisi'nde geçen İndra bir Tanrı'dır.Daha doğrusu , mitolojide o şekilde sembolleştirilmiştir.Bakın insanın ilahi kökeni nasıl sembolleştirilerek anlatılmış.Hem de bundan binlerce yıl önce.

" İndra,göğün tepelerinden,yeryüzünde sürüp gitmekte olan hayatı seyretmekteydi.Bir ara gölün çamurunda eğlenen bir domuz sürüsü görsü.Tanrı kendi kendine sordu:
-'Bu hayvanlar balçığa bulanmaktan ne zevk alıyorlar ki?'
Araştırdı ama bir türlü bu alışkanlıklarının sebebini bulamadıçDiğer Tanrılar'a da danıştıysa da hiçbiri buna bir cevap veremediler.Aklında hep o domuzlar vardı.Bu sırrı çözmeliydi.Yine bir gün gözü domuzlara takıldı.Domuzlar büyük bir keyifle çamurlarda yuvarlanıyorlardı.O an kararını verdi.Bir domuz bedeninde dünyaya doğacaktı.Böylelikle domuzların çamurlar içinde yuvarlanmalarından nasıl bir zevk aldıklarını anlayabilecekti.Düşüncesini diğer tanrılara da aktardı.Aynı şekilde merakta olan tanrılar bu fikri harika buldular.Dönüşte bize de anlatırsın dediler.İndra doğmakta olan bir domuza enkarne oldu.Aradan yıllar geçmeye başladı..İndra büyüyordu...Onun bir tanrı olduğunu hiçbir domuz anlamamıştı bile.Zaten kendisi de tanrı olduğunu çoktan unutmuştu.Büyüdü ve ailesi ile balçıkta yuvarlanmaya gitti.İlk banyolar pek hoş sayılmazdı..Tiksinir gibi oldu...Ama kısa bir süre sonra buna alıştı.Bir dişi ile birleşti.Çok sevdiği yavruları dünyaya geldi.Zaman geçtikçe çamur banyoları yaşamlarında vazgeçilmez bir yer aldı.Çamur banyoları İndra'nın da vazgeçemeyeceği bir eğlenceye dönüşmüştü.Bu arada süresi de dolmuştu.Tekrar geldiği tanrılar dünyasına geri dönmesi gerekiyordu...Süresi dolduğu halde hala göğe geri dönmediğini gören tanrılar , ona aralarında yer almasını emrettiler.İndra reddetti!..Tanrılar aralarında toplandılar ve onu tekrar eski yerine dönmeye mecbur etmek için bir çözüm buldular...Bu domuzu öldürmek..Ve öyle de yaptılar..

Göğe geri döndüğünde , İndra başından geçen bu serüvene çok güldü.Ama domuzların balçığı neden sevdiklerini hiçbir zaman anlayamadı."

"Kâh çıkarım gökyüzüne seyrederim âlemi,kâh inerim yeryüzüne 'âlem seyreder beni" diyen Sûfi'nin sözleriyle,Hint Mitolojisi'nde geçen İndra'nın efsanesi arasında hiçbir fark yoktur.Her ikisi de aynı sırrı üstü kapalı olarak dile getirmiştir.

Burada anlatılan insanlığın öyküsüdür...Domuz insanı,İndra ise,insanın tanrısal kökenini sembolize eder.Çamur dünyanın , insanı nasıl esir aldığının sembolüdür.Dünyaya doğan insanın şuurunun kararmasını da,İndra'nın kendi kökenini unutmasıyla anlatmaya çalışmışlardır.Yani "insan kendi ilahi kökenini unutmuş bir şekilde yaşar" bilgisi bu şekilde mitolojide yaşam bulmuştur.Bu ve diğer mitolojilerde geçen tanrı ve ilah sözleri asla Yaradan anlamında kullanılmamıştır.Böyle bir yanılgıya düşülmemesi için bunu özellikle hatırlatmak ihtiyacı duyuyorum.
Eski toplunmların mitolojilerinde geçen Tanrılar ifadelerine bakarak onların çok tanrıya inandıklarını ve hatta onların birer putperest olduklarını zannetmek,içine düşülecek en büyük hata olacaktır.Bu anlatılanların her biri ayrı bir ezoterik* sırrı içinde barındıran birer semboldür.


*Ezoterik:
Ezoterik Ezoterizm kelimesinden türemiştir.Ezoterizm'in karşılığı "Bâtınilik"tir.
Bâtın:İç yüz,içteki anlamına gelir.Bunun Türkçe karşılığı "içrek" kelimesidir ki,bununla "içte kalan,saklı" yani GİZLİ ÖĞRETİCİLİK kastedilmektedir.Bu herkesçe açıklanmayan,herkese öğretilmeyen,gizli bir yerde,gizli bir şekilde gerçekleştirilen bir öğretim şeklidir.Kozmik kökenli olduğunu söyleyebileceğimiz Mu ve Atlantis'in sırları öğrenen bizim devremizin insanları,işte binlerce yıl önce böyle bir yöntemle ellerindeki bilgileri kuşaktan kuşağa aktarmaya çalışmışlardır.

ilkokuldayken herkesi belli bir düzene alıştırmak adına yapılmış olan sistemi hatırlayacaksınız hepiniz. Sınıf başkanı, yardımcısı , temizlik kolu, bilmem ne kolu. O yaştaki çocuklara sorumluluk aşılamak verilen görevi layıkı ile yerine getirmek amacı ile planlanmış bir gaye. Genelde sınıf başkanı çok popüler bir koldu, konuşanları yaz, asayişten sorumlu ol gibisinden ön plana çıkmış bir kol tabi yardımcı ise şerif yardımcısı gibi yardımcı kelimesinin hakkını verircesine yanından ayrılmazdı. hayatımızın ilk ve muhtemelen son (oh ayar verdim) demokratik deneyimini gerçekleştirip oylama sonucu karar verirdik kimin ne kolu olucağına tabi.ilkokul hayatı boyunca pek sevilmemiş sınıfın quasimodo'su olan ben, genelde temizlik kolu seçilirdim.Ve o zengin çocuklar çöplerini yerlere atıp "temizle ha ha, temizle seni yer bezi parçası" gibi hakaretlere maruz kalmazdım pekala çünkü o zamanlar ki hırçın doğam gereği korkarlardı benden karışmazlardı. Bana göre saçma sapan kola takılan banttan ibaret idi bu kolluk kuvveti mevzusu. Hoş bizim öğretmenimiz olan Aysel Durmuş aydın bir insan olduğundan ötürü böyle bir ayrımcılığı ve çocuklarını üzmemek için hergün bir kişiyi sınıf başkanı yapardı sıra ile ki bence bütün öğretmenlerin bunu yapması lazım, sorumluluk duygusunu kollektif bir biçimde yedirmeli o toy bünyelere ki bilinç altında bencilliği derinlere gömelim (oh mesajda verdim). Tabi bu pazubandı kimi öğrenciler arasında çekişmelere, kavgalara neden olmuştur. Kırtasiyelerin bu işteki paylarını da hiç azımsamamak lazım. Amerikan filmlerindeki gibi yarışlara sahne olmuş pazubandı sevdası yüzünden her iki koluna birer tane takmış, ince koluna bol gelen pazubandı koldan düşmesin diye ağırlık çalışmış veya içine yün kazakta giymiştir. Bu sistemin saçmalığına kooperatif kolu olana kadar inandım. ne zaman ki kooperatif kolu olarak seçildim işte o zaman bu işin meyvesini yemeye başlamıştım. Yapılan toplantı neticesinde sınıf arkadaşlarımdan para toplamam söylenmişti, kişi başı 2milyon toplanacaktı. 3 kağıda başvuran ben sınıf arkadaşlarımdan 5 milyon alıp topladığım 150 milyonu ise okul yönetimine vermemiştim, bu işte ortağım olan berkin'in ise sus payı olarak %50lik bir hisse istemesi üzerine kendisini fena bir şekilde pataklamıştım tabi ki. Kooperatif kolu her zaman kazançlı bir kol olmuştu benim için, insanları dolandırıyordum. Bu iş o kadar hoşuma gitmişti ki inşaat mühendisliği okuyup müteahhit olucaktım zaten müteahhit olmak için gereken göbek ve bıyığı bırakmıştım bile.
Bu kadar pislik bir insan değildim canım anlattıklarımın hepsi yalan, sizi yapmış olduğum sosyal bir deneyin içinde kullandım aslında yazının sonunu trajik bir ölüm ile bitirecektim ama vazcaydım çok üzmeyeyim dedim. Keşke o kadar zeki olsaydım da şu yazıyı malibudaki yazlığımın havuzunun başındaki dizüstü bilgisayardan yazıyor olsaydım.

paylaşayım şu yazıyı entresan geldi ;

george bernard shaw’ı da şahit gösteren bir araştırmacıya göre karadeniz bölgemizde kurulup gelişen örgüt. bu ilmi ve tamamen belgelere dayanan, hakikaten el emeği göz nuru araştırmayı aynen yayınlıyor, bu değerli araştırmacının kim olduğunu da merak ediyoruz. rastladığımızda, tarihsel gerçekliğe sağladığı katkı için kendisini kutlayacağız.

"ku klux klan, yanlış bilindiği gibi amerikan kökenli bir örgüt değildir. gerçek çok daha farklı ve çarpıcıdır. ku klux klan, ilk olarak karadeniz’de faaliyet göstermeye başladı. örgütün doğuşu, rus ve ermeni kaynaklarında ve gizli osmanlıca belgelerde şöyle anlatılıyor.
zamanın valisi fransız hikmet paşa (alfons de lamartine, kendisinden sitayişle söz eder) karadeniz’de rus ve ermeni faaliyetlerine karşı, cezayir, senegal v.s. ülkelerden devşirilmiş siyahî yeniçerilerden oluşan kara hamsi fedaileri adında gizli bir polis örgütü tesis eder. bu teşekkül, derin osmanlı kapsamında olup, resmi kaynaklarda asla yer almaz ve faaliyetleri de bu yüzden gizli ve denetim dışıdır. bu siyahî çerilerin bölge ahalisi ile elbet içtimai ve iktisadi münasebetleri olmakta idi. lakin iş cinsi münasebetler kurmaya gelince, bu zevat için dar-ül fuhuş’a bağlı umumhaneler dışında bir seçenek yok gibiydi. ancak zaman içinde bir muamma hâsıl oldu. umumhanede istihdam edilen genellikle rus ve ukrayna kökenli odalıklar, belirli bir süre sonunda kullanılamaz hale geliyorlardı. zira -tıp ilminde ayıp yoktur- bu siyahî zaptiyelerin maslahatları (kamış) normalden çok daha iri idi. dolayısı ile duhul esnasında bu cıvırların kukularında deformasyonlar meydana geliyor ve bir süre sonra yeterli randıman alınamaz hale geliyordu. bu da aynı umumhaneyi kullanmakta olan bölge ahalisini huzursuz etmeye başladı. ayrıca birçok hatunda "penisküs" vakasına rastlanmaya başlamış idi. zavallılar bu küskünlükte haksız da sayılmazlardı. gerginlik ve husumet hızla artıyordu. fransız hikmet paşa bu duruma uzun süre seyirci kalamadı ve siyahi zaptiyelere lüks tüketim vergisi koydu. duhul ettikleri kuku başına 50 sikke lüks tüketim vergisi ödeyeceklerdi. “nekka sikke, okka sikke” sözü buradan gelir.
tabiidir ki bu kez de huzursuzlaşanlar kara hamsi fedaileri idi. tüm tehlikeli işleri onlar yapıyor, ermeni ve rus komitacılarla mücadele ediyor, devlet-i ali’nin selameti için çalışıyor ama iş cins-i latif ile münasebete gelince devlet-i ali onlara sahip çıkmıyor ve sikke-i istihlak-ı lüküs, yani lüks tüketim parası talep ediyordu. kara zaptiyelerin ileri gelenleri, humbaracı beşir liderliğinde balıkhanede hemencecik bir toplantı tertip eylediler. humbaracı beşir zaptiyeye şöyle hitap etti: “efendiler, lafı uzatmayalım. fransız hikmet paşa ve idaresi, kukuyu bizlere lüks kılmıştır. bu durumda bize düşen, isyandır. kuku, bir zaptiyenin en tabii deşarj yolu ve en tabii hakkıdır. kahrolsun kukuyu lüks kılan zihniyet! ” kara isyan başlamıştı. kara hamsi fedaileri hep bir ağızdan bağırarak balıkhaneden fransız hikmet paşanın konağına doğru yürüyüşe geçti.

“kahrolsun kukuyu luks kilan zihniyet...
kahrolsun kukuyu luks kilan…
kahrolsun kukuyulukskilan...
kahrolsun ku kyuluks kilan.
kahrolsun ku kluks klan...
kahrolsun ku klux klan…”

konağın önüne varana kadar, zaten osmanlıca’ya tam hâkim olamayan bu devşirmelerin ağzında slogan bu hale gelmişti. bir araştırma gezisi için karadeniz’de bulunan bernard shaw “siyah kalkışma ve karadeniz beldeleri” adlı anı kitabında bu olayı şöyle naklediyor:
“fransız hikmet paşa’nın konağı kaldığım han ile aynı meydana bakıyordu. “uyumak üzereydim ki uzaklardan gelen sloganlar ve ona eşlik eden bir ritim beni pencereye yöneltti. “tannn tannn tannn! ” bu insan eti ile metalin kaynaştığı acayip bir ses idi. “kahrolsun ku klux klan! ” bu sözü ilk defa duyuyor ve tarihe tanıklık etmenin heyecanı ile titriyordum. konağın merdivenlerinde yeniçeri vaziyet almış idi. manzara-ı umumiyeyi tarif etmek icap ederse, enteresan bir satranç müsabakasını akla getiriyordu diyebilirim.”
yine osmanlı arşivine dönelim. vakanüvis kevork ayanbeyan anlatıyor:
“bir kısım kara hamsi zaptiyesinin elinde meşaleler yanıyordu. birkaçı ise bir kazanı kaldırmış idiler. humbaracı beşir ise maslahatını kaldırmış, ritmik bir şekilde ama kararlılık ve küstahlık dolu bir tavırla uzvunu kazana vuruyordu. (bernard shaw’un işaret ettiği acaip ses buydu elbet.)

tannn-tannn-tannn. kahrolsun ku kluks klan! ... tannn-tannn-tannn. kahrolsun ku kluks klan! ...”

fransız hikmet paşa derhal beyaz yeniçeri marifeti ile humbaracı beşir’i derdest ettirip konağın balkonuna çıkarttı. devlet-i ali, isyana asla müsamaha etmeyecek kadar sert, lakin kendine hizmet edenleri de unutmayacak kadar kadirşinas ve müşfikti. bu yüzden humbaracı beşir’e aslında idamı gerektiren bu fiiline rağmen ibret verici başka bir ceza münasip bulundu. fransız hikmet, humbaracı beşir’i maslahatından konağın balkonuna astırdı ancak beşir’in ayakları yere değdi ve ceza caydırıcı olmaktan hayli uzak bir manzara arz edince fransız hikmet, beşir ve otuz dört elebaşını iğdiş ettirerek dar-ül fuhuş bünyesinde peçeteci olarak istihdam edilmek üzere anadolu’ya sevk ettirdi. bu arada kara hamsi fedaileri teşekkülü içinde sular durulmuş görünüyordu.
kara hamsi zaptiyeleri devlet-i ali’nin büyüklüğü karşısında yılmıştı ancak elebaşıların derdest ve iğdiş edilmeleri esnasında bazı beyaz yeniçeriler maksadı aşan sert muameleye başvurmuşlardı. kara hamsiler bunu unutmayacaklardı. nitekim bir umumhane ziyaretinde bu beyaz yeniçerilerden bir kaçının uzuvları kesilip, iş konağa gözdağı verme noktasına kadar gelince fransız hikmet paşa kıvrak zekâsı ile bir karşı hamle planladı. zaptiyeye umumhaneye gitme denemeyeceğine göre, tek bir çare kalıyordu, onların emniyetini sağlamak. bu plan çerçevesinde fransız hikmet, bekar olan tüm beyaz yeniçeri için ayda iki kere bilabedel (beleş) olmak kaydı ile kuku tahsis etti ve bu kanun, “kuku ül eta’t” yani “devlet kukusu” olarak bilindi.. bu kanundan faydalanacak olanlara, umumhaneye giderken ve hüviyetlerini gizlemek maksadı ile takmaları için beyaz bez başlıklar dağıtıldı. işte günümüzde kukuleta diye bilinen bu giysi, adını kuku ül eta’t kanunundan almıştır. ki bu giysi daha sonra bir kolu amerika’da faaliyet gösterecek olan ku klux klanın da alamet-i farikası olmuştur.
elbette zaman içinde klan da amacından saparak ırkçı bir istikamet kazanmış idi. fransız hikmetin şehrinde ırk savaşları başlamıştı. her sokak başında bir tuzak kuruluyordu. bernard shaw bu yüzden bu şehire tuzak bölgesi anlamında “trap zone” demiştir. bu şehir günümüzde tarihi bir hata ile rize diye bilinir. "

Malumunuz zorunlu stajıma başlayalı 1 ay oldu. Sanal alemde bu sayfaya uğramayalı da bayağı olmuş. Neyse askerden izne gelmiş bir birey gibi heyecan içinde size yaşadığım servis tecrübülerini yansıtmaya sabırsızlanıyorum. Büyük kurumsal şirketlerdeki örnek olarak Arçelik'i verelim, çalışanları belirli yerlerden alıp işyerine getirme gayesi içinde işleyen çok yalın bir sistem bu servis denilen servis. Karga daha götünün ucundaki boku sıçmamış iken yatağınızdan ayrılıp, giyinmek, kahvaltı yapmak, opsiyonel olarak kişisel hijyeni sağlamak gibi rutinlerden sonra hızlı adımlar ile servisin sizi alıcağı bölgeye doğru harekete geçersiniz. Bu sırada bünyeniz henüz üzerindeki o mallığı atamadığından servise binene kadar hayal dünyasında gibi yaşarsınız. Arabayı gördükten hemen sonra kalan son enerjinizide herkesten önce boş bir ikili koltuğa oturmak için kullanırsınız. Kimi zaman ise birisinin yanında oturmaya mecbur bırakılırsınız. İşte bu tam bir kabustur çünkü servise binmek için hızlı hareket eden siz, oturduğunuz anda terlemeye başlayacaksınız yanınızdaki ile olan tensel temasın yarattığı sıcaklıkta belli bir seviyeye geldikten sonra vücudunuzda ıslanmayan tek bir yeriniz kalmayacaktır bu durum yanınızda ikamet eden kişinin sizin hakkınızda değişik düşüncelere itmeye yetecektir.

Servise binildikten sonra terlemeden sonra gerçekleşecek olay ise genellikle uyku kısmı olucaktır. Zevkinize göre ister yanınızda taşıdığını içi boş walkman ile uykuya dalar veya yanınızda oturan kızlara hava atmak için getirdiğiniz "adam fawer - olasılıksız" kitabını okur gibi yapıcaksınız. Kişisel tercihim beyaz renkli kulaklık ve ucuz bir aypod çakması mp3 playerdır. Yavaş yavaş göz kapaklarınız düşerken servisin havalandırmasının açılması ile birlikte rüya alemlerinin kapılarına dayanacaksınız ama o kapıdan içeri girmeye genelde fırsat bulamazsınız.
Serviste uyumanın dezavantajlarına gelicek olursak, öncelik ile istemsiz otonom hareketlerde bulunmaktır. O kısa çekim rüyalarınızda gördüğünüz şeylerden hemen sonra "mını sikim" şeklinde uyanmaya neden açmaktadır.
Uyurken başınızı koyucak sağlam bir yer bulamanın da verdiği o saçma sallanma hareketleride ayrı bir derttir. Tam kafayı önünzdeki yemek sehpasına vuracak iken geriye doğru uyanıp "ha ne uyumuyorum ya ben" edaları ile etrafa bakmak hemen akabinde olayı bir döngüye sokup taa ki kafayı vurup bayılana kadar veya işyerine gelene kadar devam eden bir aktivite olur.
Yanınızda dünyalar güzel bir kız oturur, cam kenarında olmanın verdiği avantaj ile kızı camdan kesmeye başlarsınız. Sonra yolda birşey dikkatinizi çeker, hemen ardından yine kıza bakmak için dönersiniz ama o da ne! Kızcağız çoktan uykuya dalmıştır bile. O dünyalar güzeli kız kafasını sizin omzunuza yaslamış huzurlu rüyalar görmeye başlamıştır bile. Siz ise hemen etrafa bakıp ulan bakan biri var mı dedikten hemen sonra sanki kız arkadaşınızmış gibi omuz hareketleri ile kızın kafasını iyice kafanıza yaklaştırmaya çalışırsınız. Ama o sırada kulağınıza "hığğhhh" diye dışa doğru verilen bir ses gelir, hemen akabinde "hiiğğğppt" gibi içe doğru çekilen içinde sıvı bulunduran sesi duyarsınız ve ta tam ! O karizması ile sizi bozguna uğratmış, güzelliği ile aklınızı başınızdan almış, kalbiniz yerinden çıkmasına sebeb vericek şekilde kafasını size yaslayan o kız, ağzı açık bir şekilde üstelik yanağından akan salyaların omuzunuzdan kol altına doğru aktığını görürsünüz. Ağzın açık uymasının verdiği sakatlığına böyle değindikten sonra genelde erkeklerin yüzleştiği sabah ereksiyonundan da bahsetmeden olmaz diyorum. Şu staj dönemi boyunca başıma gelmemiş olsa da, olabilicek en sakat eylemlerden biridir. Kamufle edicek bir çantanız yoksa ufak tefek vücut hareketleri ile durumu kontrol altına almaya çalışmalıi o hareketlerde yeterli olmuyorsa bu sefer el yordamı ile tehlike savuşturmalıdır. Yoksa servisin durduğu an siz inmek isterken sizi bir hiçe sayıp inmemeye diretmiş olan uzuvunuzla çok sıkıntı yaşayabilirsiniz.
Bunca sorunun arasında korunulması ve savunulması en kolay şey osurmaktır. Sesli osurup yerinizi belli etmedikten sonra bir sıkıntı yok. Sessiz osuruk koksun yada kokmasın servisi etkisi altına alır. Herkes yan yan birbirine bakar ulan acaba o mu osurdu yoksa beni mi osurdu sanıyor ? diye paranoya yapmaya başlar, sırf bu bakışları ve o paranoya ortamını oluşturmak için osurmaya değer.

Eskiden kasetten kasete çekme yöntemi kullanarak kendi kasetlerimizi yapardık.Hatta mikrofonu olan şanslı kişiler radyo vj'yi kisvesinde kendi seslerini de kaydederlerdi (evet yapıyordum ne var yani? ).Raks marka kasetler yaygın olarak kullanılırdı.Hatta orjinal albümlerin ender bulunduğu zamanlardı, akmar pasajından çekme kasetleri alırdık.Peh ne yıllardı diyip dinazorlaştıktan hemen sonra olayın modern versiyonundan bahsedeceğim. Bütün bir ay boyunca dinlediğim, dilime dolanan şarkıları 90lık kasetlerimize çekeceğim.Sanal ortamda nasıl olucak lan bu iş dediğinizi duyar gibiyim.Bu sesleri paraziti gidermek için, en çok dinlediğim 20 şarkının listesini yapacağım ki bununla idare edesiniz.Şimdilik last.fm'in yardımıyla en çok dinlediğim 20 şarkıyı sizinle paylaşacağım;

1. Placebo – I Know
2. Kattoo – [untitled]
3. Alex Beaupain – Les Yeux Au Ciel (Louis Garrel)
4. Oi Va Voi – Refugee
5. Fatih Erdemci – Ben Ölmeden Önce
6. Muse – Knights of Cydonia
7. Oi Va Voi – Yesterday's Mistakes
8. dredg – Jamais Vu
9. Rammstein – Mein Herz brennt
10. The Gathering – Saturnine
11. Muse – Assasain
12. Ladytron – Seventeen
13. Editors – Blood
14. Blonde Redhead – Elephant Woman
15. Tiamat – Do You Dream of Me?
16. Saybia – In Spite Of
17. Athena – Yalan
18. Ellen Allien & Apparat – Jet
19. UNKLE – Keys to the Kingdom
20. Yann Tiersen – Sur le fil

Kuzeyden gelen poyrazın etkisinde kalmış bendenizin sizin gibi bu bulloğu takip eden güzel insanlara olan son kıyaklarımdan biri de bu rehber olsun dedim. Kuzey Avrupa sinemasını merak ediyorum diyenler için başucu rehberi olsun diyor sözü uzatmadan konuya giriyorum;

(En dag til i solen) Water Easy Reach - Bent Hamer
(Salmer fra kjøkkenet) Psalms from the Kitchen - Bent Hamer
Eggs - Bent Hamer
Factotum - Bent Hamer
* Bent Hamer, norveç denilince akla gelen bir isim olucaktır bir klasman yapacak olursak.İmzasını koyduğu her filmi izlerim, ki bizzat şahsı marmaradan bile çıksa yenilecek kıvam ve lezzettedir.

(101 Reykjavík) - Baltasar Kormákur
* Dört bir yanı sular ile çevrili olan izlandadan gelen istanbul film festivali ödüllü yönetmendir kendisi bu filmde rol almıştır ve Me and Morrison'da da bir rolü vardır.

(Minä ja Morrison) Me and Morrison - Lenka Hellstedt
* Yuvasından kopmaya çabalayan bir kızın gençlikten olgunluğa attığı adımlar, yardım etmenin zorluğu, gururunuzu kaybettiğizde aslında ne kaybetmiş olursunuz sorusuna cevap arayan bir film.

(Kauas pilvet karkaavat) Far Away the Clouds Escape - Aki Kaurismäki
(Mies vailla menneisyyttä) The Man Without a Past - Aki Kaurismäki
* Finlandiyalı usta yönetmenin bu iki filmi güzel bir başlangıç olucaktır.Cannes'da büyük ödül almıştır, kendisi hakkında detaylı bilgi edinmek isteyenler ekşisözlüğe başvurabilirler.

(Pakten) Waiting for Sunset - Leidulv Risan
* Önemli isimlerin rol aldığı bu filmde Norveç semalarından gelmekte, psikolojik gerim (gerilim değil) sevenlerin oldukça hoşuna gidicektir.

(Qaamarngup uummataa) Heart of Light - Jacob Grønlykke
* Danimarkalı bu yönetmen danimarka'da bir marka olucak kadar iyidir diyip geçiştirmek istiyorum.

(Elling) Me, My Friend and I - Petter Næss
* Norveç yapımı güzel bir komedi filmi, belki de izlediğim en güzel norveçli filmlerden biridir.

Reprise - Joachim Trier
* Joachim Trier imzalı Reprise, Norveç Ulusal Film Ödülü'nü almış gelecek vaad eden bir isim.

(Sista kontraktet) The Last Contract - Kjell Sundvall
* İsveç'in önemli bir isminin suikaste kurban gitmesini araştıran bir memurun hikayesini ele alan bir film.

The Beautiful Country - Hans Petter Moland
* Amerikan sermayesi kullanıldığından ötürü ünlü isimlerin rol aldığı gayet başarılı bir üzüntü (dram değil) filmi.Amerikaya gelen bir mültecinin başından geçen olayı ele alıyor senaryo.

(Frozen Land) Paha maa - Aku Louhimies
* Finlandiya'dan bir başka film daha, Buz Diyarı pek çok insanın kaderinin kesiştiği duygu yüklü bir dram, duygusal yoğunluğu ,temposu ve günümüz Finlandiya’sının gerçekçi tasviriyle kaçırılmaması gereken bir film .

(Niko - Lentäjän poika) - The Way to the Stars
* Bir Ren geyiğinin hiç tanımadığı babası gibi uçmayı arzu etmesini konu alıyor ki babası noel dayının ren geyiklerinden biridir.Finlandiyadan animasyon çıkamaz diyen olursa diye hazırlanmış bir tokat.

(Huutajat) Screaming Men - Mika Ronkainen
* Daha izleme fırsatı bulamadığım bir müzikal-belgesel kıvamında olan bir belgeseldir kendisi.Yakın zamanda izlemeyi arzu etmekteyim.

Küçüklüğümden beri bir şeyleri biriktirmeye başladım.. Önce kinder süpriz yumurtalarının içinden çıkan heykellerini.. 10'ar 10'ar alırdım. Çikolatalarını yemeden çıkarırdım içlerinden. Sonra başka türde sakızlar çıktı. Değişen bir şey olmadı. Ha bire biriktirdik.

Daha sonraki yıllarda ismini şu an hatırlayamadığım kartlar çıktı. Kutuda satılırdı. Arabalar, uçaklar, gemiler vs. vs. Her bir kartın üzerinde o taşıtın özellikleri yazılırdı. İskambil gibi oynardık okulda, sokakta.. Bundan sonra da 4'lü Panini futbol çıkartmaları. 94 senesiydi. Amerika 94 Dünya Kupası'nın yapıldığı yıl. Doğu ve Batı Almanya birleşmişti. Efsane futbolcuların olduğu efsane bir dünya kupasıydı. Baggio o meşhur penaltıyı kaçırmış Brezilya şampiyon olmuştu, bu konu hakkında da ayrı bir yazı yazmam lazım. Panininin çıkartmalarından nerdeyse her bir futbolcudan ikişer tane olmuştu elimde.

Şimdi ise yeni bir film elimize geçtiğinde aynı çocuksu sevinci yaşamıyor muyuz? Ne gerek vardı.. Ne çıkartmalar kaldı geriye, ne de kartlar.....

Şimdilerde ise yığınla okunmamış, sayfası bile çevrilmemiş onlarca kitap durur kütüphanemde. Ve yurtdışından getirtildiği halde dinlenmemiş müzik cd'leri... İzlenmemiş yüzlerce film... Hiç kurulmamış binlerce program... Bakılmamış milyonlarca fotoğraf...

Yıllar geçti, değişen hiç bir şey olmadı. Değişen yıllar oldu sadece. Senelerin alıp, götürdüğü bir ömür. Şimdi durup, düşünüyorum: Peki neden biriktirdim, biriktiriyorum? 3 günlük dünyada bunları nereye götüreceğim? Şöyle bir düşündüm de galiba sebebi "her şeye sahip olma" duygusu. Daha da önemlisi "şimdi olmasa bile zamanı geldiğinde kullanma" düşüncesi. "Bir gün lazım olur" nasıl olsa.....

Ne o çocukluğumdaki Tipi Tip karikatürlerine bakıldı, ne de kitaplar okundu. "Zamanı geldiğinde lazım olur" diye avuttum kendimi hep. Zamanı geldi belki de geçiyor. Ne kadar ömür kaldı geriye bilinmez.. Peki o cd'leri dinlemeye, o kitapları okumaya, o filmleri izlemeye yetecek mi?

Artık vazgeçtim biriktirmekten, arşivlemekten. Elimdekileri okumaya, dinlemeye, izlemeye başlamalıyım artık. Yanlış yaptığımı çok geç de olsa farkettim. Belki de bu hayatta öğreneceğim buydu zaten...

Uzun zamandır karşılaşmayan iki "tanış" bir gün ansızın karşılaşıverirler hiç alakasız bir yerde. Bir an tereddütle duraklar ikisi de. Sonra kısa bir göz teması ve sessizlik izler bunu. O an, ikisinin de aklından hangi cümleyi kuracağına dair düşünceler geçerken biri diğerine "Nasılsın, ne var ne yok görüşmeyeli?" deyiverir. Her şey o kadar ani olur ki öbürü düşünmeye bile fırtat bulamadan sanki onca zaman içinde yaşanılanları, kafa yorulup gönül daralmalarına ve dahi genişlemelerine sebep olan onca olayı anlatabilecek başka kelimeler veya cümleler yokmuş gibi cevap verir: "Ne olsun, eh işte..."

Bir "Eh işte..."nin içini insan ne ile doldurabilir ki... Aslında her şey o kadar kötü ki neresinden başlayım, nasıl anlatayım bilemem. Hem anlatsam ne olacak? Sanki bitecek mi dertler, sıkıntılar, elemler. "Ne olsun, eh işte... Yaşıyoruz." Buna da yaşamak denirse. Aman, şimdi anlatıp da canını sıkmayayım. Hayat; hepi topu bir "Eh işte..." işte.

Veya bir "Eh işte..." ne iyidir halim, ne kötü mânâsına da gelir. Bazen iyiyim alabildiğine, bazen ise durumu ne sen sor ne ben söyleyeyim. Bildiğin gibi. Bilmediğin gibi aynı zamanda. Hayat. Her gün aynı şeyler. İş, ev, uyku, yemek, gönül darlığı... Şimdi bunları konuşmanın anlamı yok. Beni boş ver, senden ne haber?

Bir eh işte, sanki bir "Ah işte..." gibidir. Bir "ah"tır da sanki o an yakıcılığını hafifletip bir "eh"e dönüverir. Bir "ah" ile bir "eh" arası geçiş yürekte hiç de böyle kolay olmayan bir geçişe sahiptir oysa.

"Ee dostum, nasılsın, ne var ne yok?"

Hatırlar mısınız bilmem ama böyle bir reklam vardı küçük bir kızın kendi iç sesinden oluşan.Babası ile beraber kek yapıyorlardı ve en sonunda babam böyle kek yapmasını nereden öğrendi diyordu.Daha bir sürü kek reklamı geliyor aklıma.Peki bu kek reklamları niye çok? Verilere göre, en istikrarlı ürün gamlarından biri olarak görülüyor da ondan.Tam keklere göre der kelime oyununun ardından lafımı gerekli yerlere sokarım.














İnsanlar ikiye ayrılır ; doğru tarif verenler ve yanlış tarifte bulunanlar.Öncelik ile şu doğru tarif edenlerden bahsedelim.Bu insanlar kendilerini topluma daha yararlı daha faydalı hissebilmek namına herşeyi yapan insanlardır.Bu tarz insanlara ne sorsanız size ellerinden geldiğince düzgün cevap vermek için kendilerini parçalarlar.Güzel insanlardır , çevrenizde bol tutmanız faydanıza olucaktır.Ama bunlar tam karşıtında olanlar ki onlar çok fesattırlar sakın sırtınızı çevirmeyin ha onlara.Güzel bir yemek yemişsinizdir, tarifini sorarsınız "gizli bir tarifi var bunun" , "sır , söyleyemem" gibi embesil cevaplar verebilirler ya da sizi yanlış yönlendirirler "bir tutam koyun bokundan koy , işte o lezzeti vericektir" gibi saçma sapan şeyler söylerler.Hele ki yol tarifi istediyseniz sıçtınız.Sizi Bağdat'a yollarlar cidden.Pis cimriler , kanlarında yahudilik var bunların sanırsam.

Bilmem hatırlar mısınız , eskiden (hala bahsedeceğim davranış devam ediyor olabilir bu arada) televizyonlarda yarışma programlarında hediye olarak insanlara tatil verirlerdi.Büyük hediye olarak başka ülkelere yollarlardı.Ödül olduğu içinde sevinirdi tabi yarışmacılar saçma sapan bir şekilde.Yani adam seni Irak'a yollasa yine sevineceksin çünkü beleş bir tatil kazanmışsın sonuçta , gidip görüceksin orayı yani orada savaş mı , açlık mı var hiçbir şey seni ırgalamıyor.Sen o tatili hak etmişsindir çünkü.Hoş ben de kazansam bende sorgusuz sualsiz atlar uçağa giderim.Bir de bu tatil mevzusu çoğu insan için yeni umut kapısıdır.Çünkü tatil = seks.Yani bir insan tatile çıktı mı seks yapmaya gidiyordur.Rusya'ya, Çek Cumhuriyeti'ne, her nereye olursa olsun amaç uçkuru rahatlatmaktır.Nasılsa olduğun yerde sevişemiyorsun , çünkü Türk kızları vermiyorlar.Çareyi yurdun dışındaki gavur pıtılarında arıyorsun.Seksin bu ülke de bu kadar çok bastırılması , bu kadar çok "e, e ; kaka" gözükmesinden dolayı zaten sapkın bireylerimiz var.Tecavüzün , tacizin bu kadar çok olması bu sebebten ötürüdür.Ukranya'ya fuhuş için gidenlere tur rehberinin verdiği akılları hatırlatmak isterim.Seksten korkmayın , çekinmeyin.Sevişin gitsin.Bir ikiz yatak yeter.

İnsanoğlunun stres'ten korkmaması gerekir diye düşünüyorum. Yani bu stres denilen bok doğal hayatta da var.Çoğu hayvanların sinirleri harap olmuş durumdadır.Mesela sincapları aklınıza getirin , yemek yerken nasılda etrafa bakarlar "acaba biri gelicek mi?" gibi sinir harbi geçirir durumdalar.Stresten korkmayın , çokta stres yapmayın çükünüz kopar , kukunuz kurur sonra.

Teknoloji , insan oğlunun ihtiyaçlarına göre yapılması gerekilenlerin yapılması diyebiliriz kısacası.İnsanların işini kolaylaştırsın diye yapılır aletler.İlkel çağlarda avlanmak için gerekilen silahları yapmışlardır.Orta çağlarda kaybolmamak adına pusulayı keşfederler , matabaayı bulurlar.Eskiden dumanla haberleşirdi insanlar.Hiç anlamam onu da hava rüzgarlıysa ne bok yiyeceksin ? ya vermek istediğin mesaj yanlış anlaşılırsa rüzgar yüzünden , yani bu riski almaya değer mi ? mesela "bu akşam hanımı al , beraber yemek yiyelim" diyeceksin hazırlıyorsun dumanı , yollamaya başlıyorsun bir anda bir rüzgar esiyor ve yolladığın mesaj "bu akşam hanımı al , beraber yiyelim" gibi bir anlam içeriyor.Bu dumandan sonra da güvercin mevzusu çıktı , ayağına notu takıyorsun yollatıyorsun istediğin yere gidiyor.Ulan yolda şahane paçalı bir güvercin görse , onun peşine takılsa ne olucak ulan hiç anlamıyorum bunları."Abi bu ay biraz sıkışığım , sizin şatonun kirasını gelecek ay versem olur mu?" , yolladın güvercini çocuklar sapanla vurdu senin güvercini ne olucak lan? Neyse ki zamanla ilerledi bu graham bell dayı telefonu icat etti de kurtulduk böyle saçma sapan şeylerden.
Konu yörüngesinden epey bir saptım sanırsam , bu teknolojinin bize soktuğu yeni aletlerin yarattığı sorunlara önem vereyim diyorum.Mesela dünyanın parasını verip aldığınız kız gibi cep telefonunuz belli bir süre sonra kıskançlık krizlerine girip istemediği kişileri aramanızı engelliyor.Bu kadar çabuk bozulup , trip atacağını hiç sanmamıştım.Bu tarz sorunlar insanda stres'e yol açıyor.Teknoloji insanı saldırganlaştırıyor.Yani bilemiyorum mesela dün pc başında biraz uzun süre geçirdim , bir yandan da arkadaşım msn'e girmek istediğini söyledi durdu.Bir anda dayanamayıp saçma sapan hareketler yapmaya başladı.Açın yutubu bakın , ogame'de ordusunu kaybeden adamın yaptıkları , myspace hesabı silinen kızın çığlıklarını felan izleyin.
Teknolojinin en işe yarar icadı ve stres yapmayanı bence prezervatiftir.

Eskiden ana haber bültenlerine çıkarlardı yakın dostlarımız (ulan bu sıfatı koyan hayvan dostlarına ayrı bir kılım ya neyse).İşte anne diyen köpek , baba diyen kedi , ananı sikim fener diyen papağan gibi çeşitli şeyler.Küçüktük tabi o zamanlar "ne saçma sapan şey lan bu , resmen havlıyor" diyorduk.Ama hiç düşünmemiştim ki o evcil hayvanların sahiplerinin yalnızlıktan kafayı yediklerini.Yani canları sıkılıyor haliyle , kendilerine arkadaşlık yapan hayvanlarıyla paylaşıyorlar herşeylerini.Hor görmüyorum onları , onlarda düzgün sağlıklı insanlardı bir aralar.Gelelim bu anne, baba, amca gibi kelimeleri söyleyen hayvanların yavrularındaki değişimlere.Gel zaman git zaman anne baba sevgisinin yerini bir allah sevgisi almış ki hayvanlarda sormayın.Yani kafesinde yaşayan aslan'ın "allah" diye kükremesinin hemen ardından onu izleyen kişilerin "allahüekber" ,"bismillah amin" gibi şeyler söylemeleri.Allah diyen karga diye ortalığı ayağa kaldırmaları gibi hadiseler (stir me up).Bana sorarsanız bu uyanık hayvanlar ülkenin içinde olduğu durumdan faydalanıyorlar , son zamanlarda artan muhafazakarlık modasına uyup allah diyorlar.Sinsi lan bu hayvanlar , asla arkamı dönmem bunlara.Zaten "evcil" olayına ayrı bir kılım.Ulan hayvanın evcili olur mu ya ? Sen şimdi o hayvancağızı alıp doğal ortamından koparıyorsun , üstelik bu yetmezmiş gibi "minnoş , pamuk , prenses" gibi isimler takıp , resmen dalga geçiyorsun.Neyse ki bu hayvanlar aleminde karizmasını cizdirmeyen akıllı hayvanlar var ki onlara da "vahşi" diyorlar zaten.Hizmet etmedikleri için kıl olmuş insanlar ki onlara vahşi işte gitme ısırır gibi şeyler derler arkalarından.Seviyorum bu asi hayvanları , aferin onlara.

Palyaçolar gibi giyinen ve davranan insanlar vardır, bu insanları sevmem. Ben palyaçofobik (veya politik/bilimsel konuşmak gerekirse (coulrophobic) değilim. Palyaçolardan korkmam, gerçekten korkmam. Onlar iyi insanlar değillerdir sadece. Küçük çocukları korkuturlar, bazı yetişkinlerde nevroza yol açarlar, kocaman ayakları vardır, bir arabaya birkaç kişi sığmaya çalışırlar vs....

Dünyada palyaçolar hakkındaki hikayelerini ve tercübelerini paylaşan insanlar var. Sizi bunları okumaya devat ediyorum. Ayrıca benim palyaçolar hakkındaki kişisel isteklerime de bir gözatabilirsiniz. Binlerce insan email servisi olarak http://www.ihateclowns.com/'u kullanıyor, umarım siz de onlardan biri olursunuz.

Ara Güler , kendisi fotoğrafçılık camiasında bir duayendir.Çektiği fotoğraflar ile herkesi kendine hayran bırakmıştır.Şimdi adam hakkında durmadan konuşacak değilim , önem verdiğim nokta bu adamın zamanında analog makineler ile yarattığı harika "an"lara değineceğim.O zaman ki teknoloji ile şimdi ki teknoloji arasındaki uçuruma dikkat çekeceğim.Son zamanlarda çıkan dijital makineler ile kolaylaşan fotoğraf sanatına değinmek istiyorum.Artık fotoğrafçının değil de , makinenin öneml olduğu bir devre girmiş bulunmaktayız sanki.Yani otomatik makinelerin devri , çiplerindeki sanal zekalara emanet fotoğraflar.Fotoğraf şahane birşeydir.Hayatınızın bir "an"ını alıp sonsuza kadar dondurur.Ve zaman geçtikçe o fotoğrafa bakıp , o "an"ı alıp yapbozun kalan parçalarını birleştirirsiniz aklınızda.Kimi zaman geride kalanları , unuttuklarınızı , mutluluklarınızı , hüzünlerinizi anlatır size.Gerçekten enfes birşeydir fotoğraf.Bu yeni nesil fotoğrafa getirdiğim yorum ise tamami ile kişisel bir eleştiri-yorum'dur.Yani çok affedersiniz ama 2-3 milyarlık makine alıp , ben fotoğraf ile ilgileniyorum demek biraz sahte geliyor bana.Gerçi insanları eleştirecek halim yok , benimde kendime göre hobilerim ve uğraşlarım var.Karıncalarım var misal , evcil hayvanlarım.Şeker ile besliyorum onları.Çok şekerler.

Yahu amerikada insanlar mortage girip ödeyemiyorlarmış , ev anahtarlarını bankalara verip kiraya geçiyorlarmış felan evet az önce dediklerimden bir bok anlamadığınızı tahmin ediyorum , zaten bu kadar kötü bir girişte yapılamazdı bir yazıya.Şu öğretmenlerin yüzünden hep nöyle kompleksli yetiştik , giriş-gelişme-sonuç'muş sokarım lan sizin kalıbınıza.Tek düze koyun yetişdirilmişiz gibim.Zaten sözlüler yüzünden erken boşalır oldum.İnanılmaz stresse sokmuşlar ki hatırladıkça nefretimi kelimelere döküyorum belli olduğu gibi.Asıl konuya gelmek gerekilirse ev hakkında konuşmak istiyorum.Çok çok uzun zamandan beri ki bu ilkokuldan mezun olduktan 2 yıl sonrasına tekabül ediyor.Yani orta okul 2. sınıfta felanım.Bir çocuğun evine gitmiş idim.O zamana kadar hep mahalledeki çocukların evine gidiyordum , tabi bizim mahallede pek zengin çocuk yoktu.Bu çocuğun oturduğu semte otobüs ile gidemiyordun ,düşünün yani halkın içine giremeyeceği kadar elit bir mahallede ikamet ediyordu.Çocuğun odası bayağı bir geniş ve büyük bir terasa sahip idi.Odasındaki dekoratif şeyler beni benden almış , sanki uyuşturucu kullanmış biri gibi hayal alemlerine sürüklemişti.İlk defa kalbim bu kadar hızlı atıyordu , yanaklarım kızarmıştı.Aşık olmuştum , evet bir genç odasına aşık olmuştum.Gel zaman git zaman içimde ayrı bir eve sahip olma arzusu hiç durmadı , hep yanıp tutuşuyordu.Lise zamanlarında üniversite okuyan insanların evlerine gidip çöreklenmeler yaşıyordum.Üniversite tercihini tamamiyle ayrı çıkacağı eve göre seçen bir tek ben vardım herhalde.Sınav neticesinde evime sadece 8,4dk uzaklıktaki üniversiteyi kazanıncaya kadar da bu hayalleri kurmaya devam ettim.Üniversite hayatımın başlaması ile beraber evlerinde tek kalanları sık sık ziyaret edip , huzur ve özgürlüğün tadını çıkarıyordum.Ama hep başkalarının özgürlüğünü ve huzurunu yaşıyordum.Artık umutlarımı üniversite sonrasına sakladım , umarım o zaman beklediğim eve kavuşacağım.
Şu yazıdığım yazıyı edebiyatçıya yollasam sonuç gelişme güzel diyip girişe 0 verirdi , şimdi onu burada anırtmak ister idi deli gönül.Neyse yazının asıl kısmına şimdi geliyorum diyip , öncelikle ihtiyaç molası vermenize izin veriyorum.
Dikkat çekmek istediğim bir diğer nokta ise , ayrı evde yaşayan (ebeveynlerinden bağımsız öğrenci örneği şahane olucaktır.) zatların evlerinde bulundurdukları ilginç aksesuarlar.Misal bir arkadaşın salonunda kultablası niyetine 22inç bir jant kullandığını biliyor muydunuz ? Metin adlı arkadaşımın ise , beraber gittiğimiz interrail boyunca aldığı kartpostalları duvarına metalik bir ip ile astığını ? Salonun duvarına lcd/tv ve ev sinema sistemi monte eden ama çalıştıracak elektriği olmayan birini ? Odasının duvarlarını arkadaşlarının imzalaması ve karalaması ile dekore eden birini ? Sokakta bulduğu herşeyi evine getiren birini ki buna boğaziçi köprüsü tabelası dahildir ?
daha örnekler arttıralabilir.İşte böyle değişik dekorları , süsleri , detayları seviyorum ebeveynsiz evlerde.Sanırsam her yerde dantel görmekten bıktığımı daha basit anlatamazdım.Ya herkesin salonunda olan o "büfe"'lere ne demeli? , tanrım onlardan çok korkuyorum.

Müritler


 

Bu adreste yazılan bütün yazılar yazan kişiye aittir.Çalan, izintisiz alıntı yapan hakkında işlemler yapılacaktır.Yapıcaksan da haber ver.
Sayfanın bu kısmını okuduğuna inanamıyorum, git daha makul işler ile ilgilen.