Bazı insanlar vardır hayatlarını uçlarda yaşamaktan zevk alırlar. Bazıları ise hayatları boyunca hep onlara özenmişlerdir, hep bir çılgın yaşam, vahşi doğa, kıyasıya seks özlemi içinde olurlar ama bir bok yiyemezler affedersiniz. Bunu aklınızın bir köşesinde tutun sessiz sinema oynar gibi oldu ama napalım bağlayacak cümleleri bulamadım aradaki idare edin lan. Malum bu yaz sıcaklar fena halde buhranlara sebebiyet vermekte, ülkemizde artan tecavüz ve cinnet olayları 3. sayfaları dolup taşırmakta. İşsiz güçsüz uzmanlar ise ki genelde isviçreli, çinli, danimarkalı ve etopyalı bilim adamları oluyor bunlar, yanınızda su bulundurun gölgede durun gibi kocakarılarının esirinde kalmışcasına açıklamalar yapıyorlar bir bilim adamı bu kadar mı bilimden ilimden uzak olur yareppim. Velhasıl kelam şimdi bu sıcaklardan korunmak için insanlar evlere sığınıyor, ama evleri de yanıyor haliyle napıyorlar peki ? En makul ve en iyi çözüm olan Arçelik klimalarını alıyorlar (Evet arçelikte çalışıyorum, kartım yok e-mail atınız). İşte konumuzun temasını bundan sonraki satırlarda işleyeceğim. 1. kelimeyi hatırlayın, yanına 2. kelimeyi koyun ne olmuş yani teori de bizde sessiz sinema oynuyoruz terk farkı yazıları okurken beyninizde seslendiriyorsunuz ki aslında bu oyunun doğası aykırı geliyor. Evet bu uç noktalarda yaşamak isteyen insanların eline klima kumandası geçti mi, kendilerini sanki süper kahramanmış gibi hissedip "insanlığın gavur amı gibi kavrulduğu şu zamanlarda onlara ihtiyaçları olan denizden çıkmış buz gibi şeyimi vereceğim" havalarında klimaları kontrol ediyorlar. Tamam kardeşim güzel yapıyorsun, aferin. Ama o klimanın derecesini düzgün ayarlasana, yazın sıcağında bize kutup iklimi yaşatıyorsun herkesi robot dansı yapmaya zorlarcasına tutulmasına sebeb oluyorsun ha? Kışın ise mayo, bikini giyilecek derecelerde seyir ettiriyorsun o güzel ofis ortamını bre zındık. Tamam hayatın boyunca belgesel kanallarındaki adamlara özendin ama onlardan biri olamadın bırak artık magazinsel değerin yok, uç noktalarda yaşama hayatını. Nereye gidersen git suyun her 100 metrede 1 derece santigrad kaynama sıcaklığı düşecektir. Sende o deniz seviyesinde 100 derecede kaynayan sudan farksızsın. 76 civa basıncını da unutmamak lazım tabi sıpa seni. Çılgınlık mı istiyorsun al sana çılgınlık; google'da google'ı arat, interneti çökert.

Ergun Candan'ın Gizli Sırlar Öğretisi adlı kitabından bir bölüm:


İndra Efsanesi
Hint Mitolojisi'nde geçen İndra bir Tanrı'dır.Daha doğrusu , mitolojide o şekilde sembolleştirilmiştir.Bakın insanın ilahi kökeni nasıl sembolleştirilerek anlatılmış.Hem de bundan binlerce yıl önce.

" İndra,göğün tepelerinden,yeryüzünde sürüp gitmekte olan hayatı seyretmekteydi.Bir ara gölün çamurunda eğlenen bir domuz sürüsü görsü.Tanrı kendi kendine sordu:
-'Bu hayvanlar balçığa bulanmaktan ne zevk alıyorlar ki?'
Araştırdı ama bir türlü bu alışkanlıklarının sebebini bulamadıçDiğer Tanrılar'a da danıştıysa da hiçbiri buna bir cevap veremediler.Aklında hep o domuzlar vardı.Bu sırrı çözmeliydi.Yine bir gün gözü domuzlara takıldı.Domuzlar büyük bir keyifle çamurlarda yuvarlanıyorlardı.O an kararını verdi.Bir domuz bedeninde dünyaya doğacaktı.Böylelikle domuzların çamurlar içinde yuvarlanmalarından nasıl bir zevk aldıklarını anlayabilecekti.Düşüncesini diğer tanrılara da aktardı.Aynı şekilde merakta olan tanrılar bu fikri harika buldular.Dönüşte bize de anlatırsın dediler.İndra doğmakta olan bir domuza enkarne oldu.Aradan yıllar geçmeye başladı..İndra büyüyordu...Onun bir tanrı olduğunu hiçbir domuz anlamamıştı bile.Zaten kendisi de tanrı olduğunu çoktan unutmuştu.Büyüdü ve ailesi ile balçıkta yuvarlanmaya gitti.İlk banyolar pek hoş sayılmazdı..Tiksinir gibi oldu...Ama kısa bir süre sonra buna alıştı.Bir dişi ile birleşti.Çok sevdiği yavruları dünyaya geldi.Zaman geçtikçe çamur banyoları yaşamlarında vazgeçilmez bir yer aldı.Çamur banyoları İndra'nın da vazgeçemeyeceği bir eğlenceye dönüşmüştü.Bu arada süresi de dolmuştu.Tekrar geldiği tanrılar dünyasına geri dönmesi gerekiyordu...Süresi dolduğu halde hala göğe geri dönmediğini gören tanrılar , ona aralarında yer almasını emrettiler.İndra reddetti!..Tanrılar aralarında toplandılar ve onu tekrar eski yerine dönmeye mecbur etmek için bir çözüm buldular...Bu domuzu öldürmek..Ve öyle de yaptılar..

Göğe geri döndüğünde , İndra başından geçen bu serüvene çok güldü.Ama domuzların balçığı neden sevdiklerini hiçbir zaman anlayamadı."

"Kâh çıkarım gökyüzüne seyrederim âlemi,kâh inerim yeryüzüne 'âlem seyreder beni" diyen Sûfi'nin sözleriyle,Hint Mitolojisi'nde geçen İndra'nın efsanesi arasında hiçbir fark yoktur.Her ikisi de aynı sırrı üstü kapalı olarak dile getirmiştir.

Burada anlatılan insanlığın öyküsüdür...Domuz insanı,İndra ise,insanın tanrısal kökenini sembolize eder.Çamur dünyanın , insanı nasıl esir aldığının sembolüdür.Dünyaya doğan insanın şuurunun kararmasını da,İndra'nın kendi kökenini unutmasıyla anlatmaya çalışmışlardır.Yani "insan kendi ilahi kökenini unutmuş bir şekilde yaşar" bilgisi bu şekilde mitolojide yaşam bulmuştur.Bu ve diğer mitolojilerde geçen tanrı ve ilah sözleri asla Yaradan anlamında kullanılmamıştır.Böyle bir yanılgıya düşülmemesi için bunu özellikle hatırlatmak ihtiyacı duyuyorum.
Eski toplunmların mitolojilerinde geçen Tanrılar ifadelerine bakarak onların çok tanrıya inandıklarını ve hatta onların birer putperest olduklarını zannetmek,içine düşülecek en büyük hata olacaktır.Bu anlatılanların her biri ayrı bir ezoterik* sırrı içinde barındıran birer semboldür.


*Ezoterik:
Ezoterik Ezoterizm kelimesinden türemiştir.Ezoterizm'in karşılığı "Bâtınilik"tir.
Bâtın:İç yüz,içteki anlamına gelir.Bunun Türkçe karşılığı "içrek" kelimesidir ki,bununla "içte kalan,saklı" yani GİZLİ ÖĞRETİCİLİK kastedilmektedir.Bu herkesçe açıklanmayan,herkese öğretilmeyen,gizli bir yerde,gizli bir şekilde gerçekleştirilen bir öğretim şeklidir.Kozmik kökenli olduğunu söyleyebileceğimiz Mu ve Atlantis'in sırları öğrenen bizim devremizin insanları,işte binlerce yıl önce böyle bir yöntemle ellerindeki bilgileri kuşaktan kuşağa aktarmaya çalışmışlardır.

ilkokuldayken herkesi belli bir düzene alıştırmak adına yapılmış olan sistemi hatırlayacaksınız hepiniz. Sınıf başkanı, yardımcısı , temizlik kolu, bilmem ne kolu. O yaştaki çocuklara sorumluluk aşılamak verilen görevi layıkı ile yerine getirmek amacı ile planlanmış bir gaye. Genelde sınıf başkanı çok popüler bir koldu, konuşanları yaz, asayişten sorumlu ol gibisinden ön plana çıkmış bir kol tabi yardımcı ise şerif yardımcısı gibi yardımcı kelimesinin hakkını verircesine yanından ayrılmazdı. hayatımızın ilk ve muhtemelen son (oh ayar verdim) demokratik deneyimini gerçekleştirip oylama sonucu karar verirdik kimin ne kolu olucağına tabi.ilkokul hayatı boyunca pek sevilmemiş sınıfın quasimodo'su olan ben, genelde temizlik kolu seçilirdim.Ve o zengin çocuklar çöplerini yerlere atıp "temizle ha ha, temizle seni yer bezi parçası" gibi hakaretlere maruz kalmazdım pekala çünkü o zamanlar ki hırçın doğam gereği korkarlardı benden karışmazlardı. Bana göre saçma sapan kola takılan banttan ibaret idi bu kolluk kuvveti mevzusu. Hoş bizim öğretmenimiz olan Aysel Durmuş aydın bir insan olduğundan ötürü böyle bir ayrımcılığı ve çocuklarını üzmemek için hergün bir kişiyi sınıf başkanı yapardı sıra ile ki bence bütün öğretmenlerin bunu yapması lazım, sorumluluk duygusunu kollektif bir biçimde yedirmeli o toy bünyelere ki bilinç altında bencilliği derinlere gömelim (oh mesajda verdim). Tabi bu pazubandı kimi öğrenciler arasında çekişmelere, kavgalara neden olmuştur. Kırtasiyelerin bu işteki paylarını da hiç azımsamamak lazım. Amerikan filmlerindeki gibi yarışlara sahne olmuş pazubandı sevdası yüzünden her iki koluna birer tane takmış, ince koluna bol gelen pazubandı koldan düşmesin diye ağırlık çalışmış veya içine yün kazakta giymiştir. Bu sistemin saçmalığına kooperatif kolu olana kadar inandım. ne zaman ki kooperatif kolu olarak seçildim işte o zaman bu işin meyvesini yemeye başlamıştım. Yapılan toplantı neticesinde sınıf arkadaşlarımdan para toplamam söylenmişti, kişi başı 2milyon toplanacaktı. 3 kağıda başvuran ben sınıf arkadaşlarımdan 5 milyon alıp topladığım 150 milyonu ise okul yönetimine vermemiştim, bu işte ortağım olan berkin'in ise sus payı olarak %50lik bir hisse istemesi üzerine kendisini fena bir şekilde pataklamıştım tabi ki. Kooperatif kolu her zaman kazançlı bir kol olmuştu benim için, insanları dolandırıyordum. Bu iş o kadar hoşuma gitmişti ki inşaat mühendisliği okuyup müteahhit olucaktım zaten müteahhit olmak için gereken göbek ve bıyığı bırakmıştım bile.
Bu kadar pislik bir insan değildim canım anlattıklarımın hepsi yalan, sizi yapmış olduğum sosyal bir deneyin içinde kullandım aslında yazının sonunu trajik bir ölüm ile bitirecektim ama vazcaydım çok üzmeyeyim dedim. Keşke o kadar zeki olsaydım da şu yazıyı malibudaki yazlığımın havuzunun başındaki dizüstü bilgisayardan yazıyor olsaydım.

paylaşayım şu yazıyı entresan geldi ;

george bernard shaw’ı da şahit gösteren bir araştırmacıya göre karadeniz bölgemizde kurulup gelişen örgüt. bu ilmi ve tamamen belgelere dayanan, hakikaten el emeği göz nuru araştırmayı aynen yayınlıyor, bu değerli araştırmacının kim olduğunu da merak ediyoruz. rastladığımızda, tarihsel gerçekliğe sağladığı katkı için kendisini kutlayacağız.

"ku klux klan, yanlış bilindiği gibi amerikan kökenli bir örgüt değildir. gerçek çok daha farklı ve çarpıcıdır. ku klux klan, ilk olarak karadeniz’de faaliyet göstermeye başladı. örgütün doğuşu, rus ve ermeni kaynaklarında ve gizli osmanlıca belgelerde şöyle anlatılıyor.
zamanın valisi fransız hikmet paşa (alfons de lamartine, kendisinden sitayişle söz eder) karadeniz’de rus ve ermeni faaliyetlerine karşı, cezayir, senegal v.s. ülkelerden devşirilmiş siyahî yeniçerilerden oluşan kara hamsi fedaileri adında gizli bir polis örgütü tesis eder. bu teşekkül, derin osmanlı kapsamında olup, resmi kaynaklarda asla yer almaz ve faaliyetleri de bu yüzden gizli ve denetim dışıdır. bu siyahî çerilerin bölge ahalisi ile elbet içtimai ve iktisadi münasebetleri olmakta idi. lakin iş cinsi münasebetler kurmaya gelince, bu zevat için dar-ül fuhuş’a bağlı umumhaneler dışında bir seçenek yok gibiydi. ancak zaman içinde bir muamma hâsıl oldu. umumhanede istihdam edilen genellikle rus ve ukrayna kökenli odalıklar, belirli bir süre sonunda kullanılamaz hale geliyorlardı. zira -tıp ilminde ayıp yoktur- bu siyahî zaptiyelerin maslahatları (kamış) normalden çok daha iri idi. dolayısı ile duhul esnasında bu cıvırların kukularında deformasyonlar meydana geliyor ve bir süre sonra yeterli randıman alınamaz hale geliyordu. bu da aynı umumhaneyi kullanmakta olan bölge ahalisini huzursuz etmeye başladı. ayrıca birçok hatunda "penisküs" vakasına rastlanmaya başlamış idi. zavallılar bu küskünlükte haksız da sayılmazlardı. gerginlik ve husumet hızla artıyordu. fransız hikmet paşa bu duruma uzun süre seyirci kalamadı ve siyahi zaptiyelere lüks tüketim vergisi koydu. duhul ettikleri kuku başına 50 sikke lüks tüketim vergisi ödeyeceklerdi. “nekka sikke, okka sikke” sözü buradan gelir.
tabiidir ki bu kez de huzursuzlaşanlar kara hamsi fedaileri idi. tüm tehlikeli işleri onlar yapıyor, ermeni ve rus komitacılarla mücadele ediyor, devlet-i ali’nin selameti için çalışıyor ama iş cins-i latif ile münasebete gelince devlet-i ali onlara sahip çıkmıyor ve sikke-i istihlak-ı lüküs, yani lüks tüketim parası talep ediyordu. kara zaptiyelerin ileri gelenleri, humbaracı beşir liderliğinde balıkhanede hemencecik bir toplantı tertip eylediler. humbaracı beşir zaptiyeye şöyle hitap etti: “efendiler, lafı uzatmayalım. fransız hikmet paşa ve idaresi, kukuyu bizlere lüks kılmıştır. bu durumda bize düşen, isyandır. kuku, bir zaptiyenin en tabii deşarj yolu ve en tabii hakkıdır. kahrolsun kukuyu lüks kılan zihniyet! ” kara isyan başlamıştı. kara hamsi fedaileri hep bir ağızdan bağırarak balıkhaneden fransız hikmet paşanın konağına doğru yürüyüşe geçti.

“kahrolsun kukuyu luks kilan zihniyet...
kahrolsun kukuyu luks kilan…
kahrolsun kukuyulukskilan...
kahrolsun ku kyuluks kilan.
kahrolsun ku kluks klan...
kahrolsun ku klux klan…”

konağın önüne varana kadar, zaten osmanlıca’ya tam hâkim olamayan bu devşirmelerin ağzında slogan bu hale gelmişti. bir araştırma gezisi için karadeniz’de bulunan bernard shaw “siyah kalkışma ve karadeniz beldeleri” adlı anı kitabında bu olayı şöyle naklediyor:
“fransız hikmet paşa’nın konağı kaldığım han ile aynı meydana bakıyordu. “uyumak üzereydim ki uzaklardan gelen sloganlar ve ona eşlik eden bir ritim beni pencereye yöneltti. “tannn tannn tannn! ” bu insan eti ile metalin kaynaştığı acayip bir ses idi. “kahrolsun ku klux klan! ” bu sözü ilk defa duyuyor ve tarihe tanıklık etmenin heyecanı ile titriyordum. konağın merdivenlerinde yeniçeri vaziyet almış idi. manzara-ı umumiyeyi tarif etmek icap ederse, enteresan bir satranç müsabakasını akla getiriyordu diyebilirim.”
yine osmanlı arşivine dönelim. vakanüvis kevork ayanbeyan anlatıyor:
“bir kısım kara hamsi zaptiyesinin elinde meşaleler yanıyordu. birkaçı ise bir kazanı kaldırmış idiler. humbaracı beşir ise maslahatını kaldırmış, ritmik bir şekilde ama kararlılık ve küstahlık dolu bir tavırla uzvunu kazana vuruyordu. (bernard shaw’un işaret ettiği acaip ses buydu elbet.)

tannn-tannn-tannn. kahrolsun ku kluks klan! ... tannn-tannn-tannn. kahrolsun ku kluks klan! ...”

fransız hikmet paşa derhal beyaz yeniçeri marifeti ile humbaracı beşir’i derdest ettirip konağın balkonuna çıkarttı. devlet-i ali, isyana asla müsamaha etmeyecek kadar sert, lakin kendine hizmet edenleri de unutmayacak kadar kadirşinas ve müşfikti. bu yüzden humbaracı beşir’e aslında idamı gerektiren bu fiiline rağmen ibret verici başka bir ceza münasip bulundu. fransız hikmet, humbaracı beşir’i maslahatından konağın balkonuna astırdı ancak beşir’in ayakları yere değdi ve ceza caydırıcı olmaktan hayli uzak bir manzara arz edince fransız hikmet, beşir ve otuz dört elebaşını iğdiş ettirerek dar-ül fuhuş bünyesinde peçeteci olarak istihdam edilmek üzere anadolu’ya sevk ettirdi. bu arada kara hamsi fedaileri teşekkülü içinde sular durulmuş görünüyordu.
kara hamsi zaptiyeleri devlet-i ali’nin büyüklüğü karşısında yılmıştı ancak elebaşıların derdest ve iğdiş edilmeleri esnasında bazı beyaz yeniçeriler maksadı aşan sert muameleye başvurmuşlardı. kara hamsiler bunu unutmayacaklardı. nitekim bir umumhane ziyaretinde bu beyaz yeniçerilerden bir kaçının uzuvları kesilip, iş konağa gözdağı verme noktasına kadar gelince fransız hikmet paşa kıvrak zekâsı ile bir karşı hamle planladı. zaptiyeye umumhaneye gitme denemeyeceğine göre, tek bir çare kalıyordu, onların emniyetini sağlamak. bu plan çerçevesinde fransız hikmet, bekar olan tüm beyaz yeniçeri için ayda iki kere bilabedel (beleş) olmak kaydı ile kuku tahsis etti ve bu kanun, “kuku ül eta’t” yani “devlet kukusu” olarak bilindi.. bu kanundan faydalanacak olanlara, umumhaneye giderken ve hüviyetlerini gizlemek maksadı ile takmaları için beyaz bez başlıklar dağıtıldı. işte günümüzde kukuleta diye bilinen bu giysi, adını kuku ül eta’t kanunundan almıştır. ki bu giysi daha sonra bir kolu amerika’da faaliyet gösterecek olan ku klux klanın da alamet-i farikası olmuştur.
elbette zaman içinde klan da amacından saparak ırkçı bir istikamet kazanmış idi. fransız hikmetin şehrinde ırk savaşları başlamıştı. her sokak başında bir tuzak kuruluyordu. bernard shaw bu yüzden bu şehire tuzak bölgesi anlamında “trap zone” demiştir. bu şehir günümüzde tarihi bir hata ile rize diye bilinir. "

Müritler


 

Bu adreste yazılan bütün yazılar yazan kişiye aittir.Çalan, izintisiz alıntı yapan hakkında işlemler yapılacaktır.Yapıcaksan da haber ver.
Sayfanın bu kısmını okuduğuna inanamıyorum, git daha makul işler ile ilgilen.